18 Mayıs 2017 Perşembe

SİYASET FELSEFESİ

Siyaset Felsefesi

Siyaset, Aristoteles'e göre "Yurttaşların, toplumu ilgilendiren işlerle ilgili olarak yaptığı herşeydir." Siyaset felsefesi siyasi yaşamı konu alan, özellikle de devletin özü, kaynağı ve değerinin ne olduğunu araştıran felsefe disiplinidir.
Siyaset felsefesi, olması gerekeni ele alır; siyasi otoriteyi, bu otoritenin oluşumunu, kaynağını, gücünü nasıl sürdürdüğünü, siyasi otoriteyle birey arasındaki ilişkiyi ve bunların daha iyi ve adil bir duruma gelip gelemeyeceğini açıklayan görüşleri kapsar.
1. Siyaset Felsefesinin Temel Soruları
a. İktidar Kaynağını Nereden Alır?
·         İktidar kaynağını, "insan doğasından" alır; yani toplumu içten ve dıştan gelebilecek tehlikelere karşı koruma düşüncesinden alır. Platon ve Aristoteles tarafından savunulan bu görüşe göre devlet, insanların korunmaları, temel ihtiyaçlarını karşılamaları, kendilerini gerçekleştirmeleri ve ahlâki bakımdan daha iyi olabilmeleri için araçtır.
·         İktidar kaynağını toplumdaki egemen olan "dinden" alır. Bu görüşe göre siyasi otorite ya da iktidar, Tanrı'nın yeryüzündeki temsilcisidir.
·         İktidar kaynağını, toplumun birlikte yaşama çabasındaki "ortak iradesinden" alır. Bu yaklaşımı savunan Hobbes, devletin varolmaması durumunda insan yaşamının nasıl bir seyir alacağını sorar ve "İnsan insanın kurdudur" der. Eğer devlet olmazsa insanlar birbirlerine zarar verirler. Bundan dolayı, insanlar birbirlerine duydukları sevgiden dolayı değil, korktukları için ortak bir irade ya da toplumsal bir sözleşme ile bir otoriteye başvururlar.
b. Egemenliğin Kullanılış Biçimleri Nelerdir?
·         Geleneksel egemenlikte yönetenin kendisini, etkinliklerini ve yöneten - yönetilen ilişkisini toplumdaki yerleşik inanç şekilleri belirler.
·         Karizmatik egemenlikte otorite, egemenliğini, kazanmış olduğu karizmadan, yani gerçekleştirmiş olduğu olumlu işlerden kazandığı güçten alır.
·         Rasyonel ve yasal egemenlikte ise iktidar, gücünü, yazılı ilkeler ve hukuktan alır.
c. Meşruiyetin Ölçüsü Nedir?
Siyasi iktidar, kendisini doğuran güç, öğe ya da düşünceye bağlı kaldığında meşru kabul edilir. Bu durumda iktidar kaynağını nereden alıyorsa ona dayanmak zorundadır.
Ancak buna rağmen bazı düşünürler, ahlâki bir ölçütün olabileceğini belirterek, insan kişiliğine, insan haklarına ve onun temel hürriyetlerine saygı göstermeyen iktidarların meşruiyetlerinin olamayacağını savunmuşlardır.
d. Bireyin Temel Hakları Nelerdir?
Bireyin insan olarak sahip olduğu özgürlük, düşündüğünü ifade etme, yaşama, kendini gösterebilme gibi başkalarına devredilemeyen hakları vardır.
e. Bürokrasiden Vazgeçilebilir mi?
Devlet yönetiminde görevli bulunan memurlardan oluşan, kademeli yapılanmış gruba bürokrasi denir. Toplumun olduğu yerde devletin, devletin olduğu yerde bürokrasinin varlığı gereklidir. Bürokraside temel ölçü, onların varlık nedenini oluşturan amaçlara uygun olarak kullanılması ve işletilmesidir.
Bürokraside her memurun görev ve sorumlulukları kesin ve ayrıntılı olarak belirlendiği için, işbölümü ve uzmanlaşma üst düzeydedir. Herkesin sahip olduğu yetkiler göreve ait olduğu için, yetkili kişi bu yetkiyi ancak görevli bulunduğu süre içinde kullanabilir; yetkiyi başkasına miras bırakamaz.
Bürokrasi başlangıçta, devletin işlerinin yerine getirilmesinde bir araçtı; ancak günümüzde bürokrasinin bir amaç halini aldığı durumlara rastlanmaktadır. Bu durum, siyasi gücün emrinde olması gereken bürokrasiyi adeta bir güç olarak ortaya koymaktadır.
Bürokrasi, örgütlenmenin en akılcı örneklerinden biridir. Bürokrasiye yapılan eleştiriler, ondan vazgeçilebileceği anlamına gelmez. Çağdaş toplumlarda bürokrasi kaçınılmazdır. Yönetim sorumluluğu siyasilerde olsa da, onlar geçicidir. Devletin sürekliliği için bürokrasi gereklidir.
Bürokrasiden vazgeçmenin olanaksız olması, çabaların, onun olumsuzluklarının giderilmesi yönünde odaklaşmasına yol açmıştır.
f. Sivil Toplumun Anlamı Nedir?
Sivil toplumlar büyük ölçüde devletin siyasi otorite ve kurumlarının dışında örgütlenen gönüllü kuruluşların meydana getirdiği sosyal birliklerdir. Siyasi otoritenin dışında toplumun kendi kendine yönlendirmesi anlamını taşır. Bunlar devlet karşısından daha çok özerkliğe sahiptir. Kolayca kamuoyu oluşturabilirler. Demokratikleşme sürecinde oldukça ileri bir aşamayı temsil ederler.
2. Siyaset Felsefesinin Ana Problemleri
a. Karmaşa - Düzen - Ütopya
Karmaşa, düzenin ve toplumsal kuralların, değerlerin olmadığı bir durumu ifade eder.
Bu durumda, tüm insanların varoluşu tehdit altında kalır; onlar, temel ihtiyaçlarını karşılayamadıkları gibi, yok olma tehlikesiyle de karşı karşıya kalırlar. Karmaşa halinde toplum yaşamının sürdürülememesi, sosyal düzenin kurulmasını gerekli kılar. İnsanlar belli değerler ve kurallar çerçevesinde gelişmiş olan, karşılıklı ilişkilerin oluşturduğu düzen sayesinde ihtiyaçlarını karşılayıp isteklerini gerçekleştirirler.
Bununla birlikte, nasıl ki insan bir karmaşa hali içinde var olamıyor ve bu durum bir düzeni zorunlu kılıyorsa, varolan toplumsal düzenden hoşnutsuzluk da insanları ve düşünürleri daha iyi bir düzen arayışına, bir takım ütopyalara götürmüştür. Bu gibi durumlarda düşünürler, haksızlıkları giderecek, adaleti sağlayacak, sömürüyü önleyecek toplum düzenleri tasarlamışlardır. İşte filozofların adalet, eşitlik, özgürlük gibi birtakım soyut ilkeleri temel alarak, olması gerekene göre tasarladıkları devlet düzenine "ütopya" denir.
Siyaset felsefesinde, devleti doğal bir kurum olarak kabul edenler olduğu gibi, yapma bir kurum olarak da kabul edenler vardır.
aa. Doğal Bir Kurum Olarak Devlet
Bu anlayışta devlet insan doğasına dayanır. Temsilcileri Platon ve Aristoteles'tir.
Platon'a göre insan doğası ile devlet arasında büyük benzerlik vardır. Devlette bulunan sınıflar, insanda bulunan yetilerin karşılığıdır. Örneğin işçi sınıfı insandaki beslenme güdüsüne, yönetici sınıfı insandaki akla karşılık gelmektedir.
Aristoteles'e göre insanda, topluluk içinde ve devlet düzeninde yaşama eğilimi vardır. Toplumsal bir yaşam yetisiyle donatılmış olan insan, doğanın kendisine verdiği yetenekleri ancak bir toplum içinde geliştirebilir.
ab. Yapma Bir Varlık Olarak Devlet
Bu anlayışta devlet, insanları koruyacak bir araç olarak ortaya çıkar. İnsanlar bir araya gelerek aralarında sözleşme yaparlar. Ortak iradelerini temsil edecek bir gücü, hakem olarak tayin ederler. J. Locke ve Hobbes bu anlayışın temsilcileridir.
Hobbes'a göre devlet, insanların birbirlerine karşı zararlı eylemlerden vazgeçtiklerinin bir ifadesidir. Ona göre insanın doğal durumu herkesin herkesle savaşmasından ibarettir.
Locke'a göre insanlar doğa durumundan, uygar bir yönetimi ortaya koyan toplumsal bir sözleşme ile kurtulmuşlardır.
b. İdeal Düzen Arayışları
İdeal düzen arayışları birbirine karşıt iki görüşün ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bunlardan biri, insanın doğal yapısından yola çıkarak ideal düzenin olamayacağını ileri sürer. Diğeri, özgürlük, eşitlik, adalet gibi idelerden hareket ederek ideal bir devlet düzeninin olabileceğini ileri sürer.
ba. İdeal Düzenin Varlığını Reddedenler Sofistler
İdeal düzen herkesi memnun edebilecek bir düzen olmalıdır. Böyle bir düzen doğada kalmıştır, daha sonra da görülmeyecektir. Herkesin üzerinde uzlaşabileceği bir devlet yoktur.
Nihilizm
Otoriteye dayalı tüm kurumlar insan özgürlüğüne ve yaratıcılığına bir engeldir. Bütün toplumsal kötülükler insanın özgür olamamasından kaynaklanır. Dolayısıyla insanı sınırlayan bütün değer, kurum ve düzenler kötü olup yıkılmalıdır. Nihilizm, bu görüşüyle anarşizmle birleşir.
bb. İdeal Düzenin Olabileceğini Savunanlar
Bazı düşünürler, mevcut hiçbir toplum düzeninin insanları mutlu edemediğini, aynı zamanda düzeltilmelerinin de olanaksız olduğunu savunmuşlardır.
Bu nedenle hiçbir yerde gerçekleşmemiş, gerçekleşme olanağı da bulunmayan toplumsal düzen tasarlamışlardır.
Zihinde ve düşüncede oluşturulan, gerçekleşmesi mümkün olmayan bu düşsel toplum tasarımlarına "ütopya" adı verilir.
Platon'un "İdeal devleti",
Farabi'nin "Medinetül Fazıla"sı,
Thomas More'un" Ütopya" sı,
Campanella'nın "Güneş Ülkesi",
Machiavelli'nin "Hükümdar"ı,
Francis Bacon'un "Yeni Atlantis" i
birer ütopya örneğidir.
Bu düzen arayışları, hürriyetleri, eşitliği veya adaleti temel alan görüşler olarak farklı yönlerde gelişmiştir.
3. Birey ve Devlet
Bu problem alanında birey ile devletin hak ve ödevleri tartışılır. Önceleri devlet, bireyi idare eden, ona hükmeden bir anlayışa sahipken, modern toplumlarda bu anlayış değişmiştir. Artık devlet, bireyi kollayan, ona çeşitli olanaklar sunan bir konumdadır. Bu anlayışta devletin bireyden, bireyin de devletten vazgeçmesi söz konusu olamaz

8 Mayıs 2017 Pazartesi

Varlık Felsefesi..

Varlığı konu olarak ele alan felsefe, genel bir varlık kavramı üzerinde durur. Varlık, evrende varolan herşeyin ortak adıdır. Buna göre varlık, insan bilincinin dışında ondan bağımsız olabileceği gibi, zihne bağımlı olarak da bulunabilir. Örneğin, ağaç, kalem, ev gibi nesneler insan zihninden bağımsız olarak varolan gerçek varlıklardır. Bu tür (gerçek) varlıklar zamana ve mekana bağlı olarak değişir, gelişir ve yok olabilirler.
Sayılar, geometrik şekiller, p (pi) sayısı gibi insan bilincinde ve ona bağımlı olarak varolan düşünsel (ideal) varlıklar da vardır. Bu varlıklar zaman ve mekan dışı olup, zihnimizde olduğunu kabul ettiğimiz varlıklardır.
Felsefe, düşünsel ve ideal varlığı biraraya getirip genel bir varlık kavramı üzerinde dururken,
“Varlık nedir?”,
“Varlık var mıdır?”,
“Varlığın ilk maddesi nedir?”
gibi sorular sorar. Felsefe, varlıkla ilgili çeşitli soruları problem olarak ayrı ayrı inceleyip tartışma konusu yapar.
Varlık, felsefenin konusu olduğu gibi bilimin de konusunu oluşturur.
Ancak felsefe ile bilimin varlığı algılayışları ve yaklaşımları arasında farklılık vardır. Felsefe açısından varlık, bir yönüyle değil, genel olarak ele alınır. Varlığın var olup olmadığı sorgulanır. Felsefede varlık, akıl yoluyla, saf düşünce etkinliğiyle yorumlanır.
Buna karşılık bilime göre varlık; her durumda var olarak kabul edilir. (Felsefedeki gibi var olup olmadığı sorgulanmaz.)
Ayrıca her bilim, varlığın bir yönünü konu alır. Biyoloji canlı varlığı, psikoloji insanın psişik yönünü, coğrafya yerküreyi konu edinir.
1. Metafizik Açısından Varlık
İlk sebeplerin ve nesnelerin ilkelerinin bilgisidir. Bu yüzden o, bilimin ele almadığı kimi konuları inceleyen, onları açıklamaya çalışan bir bilgi dalıdır.
Tanrı ve Tanrı’nın varlığının kanıtlanması, dünyanın varlığı, ruh ve ruhun ölümsüzlüğü metafiziktir.
Metafiziğin bu konularına hiçbir zaman tartışmasız kabul edilen açıklamalar getirilememiştir. Metafizik, varlığın özel alanlarını konu alan tek tek bilimler gibi kesin bir bilgi olamaz. Ama insan genel olarak bu konular üzerine soru sorma yeteneğini kaybetmediği ve bilimlerin çalışma alanlarında yeni sorular oluştuğu sürece metafizik, bir tür bilme etkinliği olarak varlığını ve önemini koruyacaktır.
Kant, “İnsan aklı, bilgisinin belli bir türünde özel bir kaderle karşı karşıyadır. İnsan aklı bu bilgisinde öyle sorular tarafından rahatsız edilmektedir ki, akıl onları ne yadsıyabiliyor, ne de yanıtlayabiliyor” demektedir. İşte bu alan, metafiziktir.

2. Ontoloji Açısından Varlık
Varlığı ele alan, irdeleyen bilgi dalı ontoloji, varlığı iki temel problem açısından ele alır:
– Varlığın var olup olmadığı sorunu
– Varlık varsa, bunun ne olduğu sorunu
“Varlık var mıdır?” sorusuna verilen birbirine karşıt yanıt vardır.
Nihilizm: Bilginin mümkün olduğu görüşünü reddeden, kendisinden şüphe edilemeyen hiçbir şeyin olmadığını öne süren ve maddi gerçekliğin varlığını yadsıyan bir öğretidir. Bunun nedeni “varlığın varolup olmadığını bilmenin imkânsız görülmesinde yatar. “Varlık var mıdır?” sorusunu olumsuz karşılar ve “yoktur” diye cevaplar.
Bu yaklaşımı, Gorgias, “Hiçbirşey yoktur, olsa bile bilinemez, bilinse bile başkasına aktarılamaz” sözüyle vurgulamıştır.
Realizm: Varlığı, var olarak kabul eder. İnsan bilincinden bağımsız olarak varlığın mevcut olduğunu iddia eder.
Realizme göre, biz varlığı ya doğrudan duyularımızla algılarız ve algıladığımız evren bizim kavradığımız gibidir; ya da zihnin imkânları aracılığıyla onun varlığını biliriz. Ancak, varlığın varolduğu kabul edildikten sonra, zihne kaçınılmaz olarak “Varlığın ne türden bir varlık olduğu” sorusu belirir. Filozoflar bu soruya farklı şekillerde cevap vermişlerdir.

3. Varlığın Ne Olduğu Problemi
a. Varlığı “Oluş” Olarak Kabul Edenler
Varlıkta sürekli bir değişme ve oluşun gerçekleştiğini savunan yaklaşımdır. Bu anlayış, varlığın statik bir açıdan ele alınamayacağını, onun bir değişme ve oluş süreci olarak görülmesi gerektiğini savunur. O halde evren mekanik bir varlık değil, canlı bir oluştur.
Her şeyin oluş (değişme) halinde olduğunu savunan Herakleitos, bu düşüncesini “Değişmeyen tek şey değişmenin kendisidir” sözüyle dile getirmiştir. Oluşun başlangıcı ve sonu yoktur. Hayat da, bu sürekli varoluş ve yok oluşun ard arda gelişinden ibarettir.
b. Varlığı “idea” Olarak Kabul Edenler
Varlığın idea (düşünce)dan oluştuğunu savunan, varolan herşeyi düşünceye bağlayan, insan düşüncesinden bağımsız bir nesneler dünyasının ya da bir gerçekliğin varlığını yadsıyan yaklaşımdır.
İdealistler, maddenin gerçek olmadığını, gerçeğin zihnimizde yer alan ide’lerden oluştuğunu savunurlar. Örneğin güzellik idesi, güzel diye algılanan bütün varlıklardan daha gerçektir. Bunun gibi, ağaç idesi de şu ağaçtan daha fazla bir şey ifade eder. Çünkü ikinciler varlıklarını birincilerden almışlardır. Güzel diye algılanan bir çiçek yok olur, unutulur ama çiçek fikrinin kendisi yok olmaz.
Platon: Platon’a göre gerçek varlıklar idealardır. Duyusal dünyadaki varlıklar idealardan pay almak suretiyle var olurlar ve bunlar ideaların, yalnızca görünüşleridir.
Aristoteles: Aristoteles, idea olarak belirttiği formu varlığın içinde görmüştür. İdealar tek tek nesnelerin özüdür. Madde, bu form sayesinde biçim kazanır ve gerçek olur. Örneğin bir heykelin ideası, sanatçının ona verdiği form, yani biçimdir.
Hegel: Asıl ve gerçek varlık, insan zihninden bağımsız olarak var olan Mutlak akıl (Geist)dır. Bu Mutlak akıl, evrensel ve manevi bir varlıktır. Bu görüşün idealist olarak değerlendirilmesinin nedeni, Hegel’in varlığı temelde tinsel bir töz olarak belirlemesidir.
c. Varlığı “Madde” Olarak Kabul Edenler
Varlığı madde olarak ele alan görüşe materyalizm denir.
Materyalizm, evrendeki tek cevherin madde olduğunu, maddenin düşünceden bağımsız olarak varolduğunu ve bütün varlıkların maddeden türediğini ileri sürer.
Bilinç, ruh gibi tinsel varlık da dahil, bütün varlığı madde olarak anlar ve maddenin dışında başka bir varlık olduğunu kabul etmez. Düşünme, hayal gibi olayları da maddenin kuvvet ve hareketleriyle açıklar.
Demokritos: Var olan her şeyi sonsuz sayıda atoma ayırmıştır. Her şey atomların birbirlerine çarpması sonucunda, mekanik bir zorunlulukla oluşur. Atomlar belli bir sıra ile birleşerek veya ayrılarak varlıkları oluşturur.
Hobbes: Gerçekte var olanın, cisim veya madde olduğuna inanır. Ona göre dünya mekanik hareket kanunları tarafından yönetilen cisimlerin bütünüdür. Bütün gerçeklikler yalnızca maddi olarak düşünülebilir.
Marks: Evrendeki hareket ve değişme maddeden başka bir şey değildir. Ona göre madde biçim değiştirir. Tüm değişmelerin temelinde karşıtlık ve çatışma vardır. Düşünce, maddeden sonra gelen ve ona bağlı olan varlıktır.
d. Varlığı Hem “Düşünce” Hem “Madde” Kabul Edenler
Varlığın düşünce ve madde gibi iki cevherden meydana geldiğini savunan anlayışa dualist anlayış denir. Dualizm, varlıkta daima iki prensibin varlığını kabul eder.
Descartes: Varlıkta iki töz vardır: Biri “ruh”, öteki de “madde”. Ruh, düşünen, madde ise yer kaplayan bir tözdür. Bunlar arasında hiçbir birleşme noktası yoktur; yalnızca insanda bir araya gelirler.
e. Varlığı “Fenomen” Olarak Kabul Edenler
İnsan zihninden tam anlamıyla bağımsız olmayan bir varlık alanı vardır; insan bu varlık alanını bilebilir. İnsanın bilinci tarafından belirlenen bu varlığa “fenomen” denilmektedir. Fenomen, insana göründüğü şekliyle varlıktır. Fenomene, Husserl’in “özü görme” denilen yöntemiyle ulaşılabilir.
Husserl: Var olanın yalnızca fenomenler olduğunu söyler. Bu fenomenin insan bilinci tarafından bilinebileceğini savunur. İnsan onların özünün bilgisini edinebilir.
Ona göre varlığın bilinçten bağımsız bir var olma durumu yoktur; varlıklar bilincimizin bilgi nesneleri olarak vardırlar. Yani bizim zihnimizin olanakları çerçevesinde var olurlar.

3 Mayıs 2017 Çarşamba

Bilim Felsefesi.. Bilim Felsefesinin Temel Kavramları ve Genel Hatları..

A. BİLİM FELSEFESİNE GİRİŞ
Felsefe evrende “var olan” her şeyi konu alır. Bir varlık alanı olarak bilim de felsefenin konuları arasındadır. Bilimi ve bilimsel bilgiyi konu alan felsefe dalına bilim felsefesi adını veriyoruz. Bilim felsefesinin konusu bilimdir. Bilimin yapısını, doğasını, bilimsel kuramlarla gerçeklik aras›ndaki iliflkiyi, ilkelerini, ana kavramlar›n› ve bilimde yöntem problemini inceler. Kısaca söylersek, bilim felsefesi, bilimle ilgili sorular sorarak bilim üzerine felsefe yapar. şunu da belirtmemiz gerekir, bilim felsefesi bilimsel bilgiyi, kuram düzeyine gelmiş bilgiyi ele alır.
Bilim felsefesi ile “bilimsel felsefe”yi birbirine karıştırmamak gerekir. Bilim felsefesi önceki paragrafta belirtildi¤i gibi bilimin konusunu, ulaştığı sonuçları ve yöntemini sorgularken; bilimsel felsefe, bilimin hızlı ve başarılı sonuçlar elde etmesinden esinlenerek bilimsel düşünüş biçimini felsefeye uygulamak ister. Bilimsel felsefeyi savunanlara göre felsefe de bilimsel sistem kadar doğru, kesin ve sağlam bilgiye sahip olabilir. Bu görüşü savunan düşünürlerden biri Alman filozof Hans Reichenbach (Hans Rayhınbah, 1891-1953)’dır. Ona göre felsefe spekülasyonlardan arınarak bilimler gibi kesin, doğru ve genel sonuçlara ulaşabilir. şimine yani bilimin oluşum ve gelişimine bakarak bilimi açıklamaktır.
Bilimi anlamanın çeşitli yolları vardır. Bunlardan biri tarihsel gelişimine yani bilimin oluşum ve gelişimine bakarak bilimi açıklamaktır.
Bilimin Tarih içindeki Gelişimi
İnsanlığın ortak mirası olan bilim, günümüzdeki yüksek gelişmişlik düzeyine, uzun bir tarihsel süreç sonunda ve çeşitli aşamalardan geçerek ulaşmıştır. Bilimin tarihsel gelişimini belirli dönemlere ayırarak açıklamak konuyu daha iyi anlamamıza yardımcı olacaktır.
İlk bilimsel çalşlmalar Çin ve Hint’te başlamış, daha sonra Mısır ve Mezopotamya’da devam etmiştir. Bu dönemde bilimin mitoloji, din ve büyü ile iç içe olduğunu görüyoruz. Bu coğrafyalarda astronomi, tıp, matematik gibi bilimlerin temelleri atılmıştır.
Bilimsel faaliyet daha sonra milattan önce 600’lü yıllardan başlayarak eski Yunan’da devam etmiştir. Önceki uygarlıklardan alınan bilgilerin de etkisiyle bilim eski Yunan’da büyük bir ilerleme göstermiştir. Yunan’da bilim felsefeyle iç içe olmuştur. Bakıldığında o dönemin büyük filozoflarının aynı zamanda büyük birer bilim adamı olduğu görülür. Örneğin ilk filozof Thales, aynı zamanda astronom ve matematikçi, büyük filozoflardan biri olan Aristoteles ise aynı zamanda biyologdu. Antik Çağ’da Yunan dünyasında filozofların ilk nedenlerden yola çıkarak yaptıkları spekülatif açıklamalar doğa bilimi olarak nitelendirilmiştir.
Ortaçağa gelindiğinde Avrupa’da özellikle V. ve X. yüzyıllar arasında bilimsel faaliyetin genel olarak durma noktasına geldiğini görüyoruz. Ancak bu dönemde filozoflar yoğun olarak mantık tartışlmaları yapmışlardır. Bu dönemde yalnızca dinsel düşünce ön plana çıkmış, bilim ve felsefe dinsel otoritenin izin verdiği kadar gelişebilmiştir. Avrupa’da karanlık ortaçağ yaşanırken islam kültür çevresinde M.S. VIII. ve XIV. yüzyıllar arasında özellikle bilim alanında önemli gelişmeler kaydedilmiştir. Bu gelişmelerin nedeni islamiyetin doğuşu ve yayılışı sırasında önderlerin bilimsel düşünceyi teşvik etmeleridir. Nitekim bu dönemde yoğun bir çeviri faaliyeti başlamış, özellikle Eski Yunan’dan bilimsel ve felsefi eserler Arapçaya çevrilmiştir. VIII. yüzyılda Harun Reşit tarafından kurulan Beyt-ül Hikme adlı çeviri ve araştırma merkezinde; Aristoteles, Platon, Galenos ve Hipokrates vb. düşünürlere ait eserler Arapçaya çevrilmiştir. Harezmî (780-850) Doğuda ve Batıda ilk cebir kitabı sayılan Hisabü-l Cebr ve’l- Mukabele (Cebir Hesabı)’yi yazmıştır. Harezmî bu eserinde 1. ve 2. derece denklem çözümlerini vermiş, çözümlerinde binom formülünü kullanmıştır. Ayrıca Hintlilerden de yararlanarak sembollerden meydana gelen on tabanlı sayı sistemini bulmuştur. Yine astronomi ile ilgili de eserleri olan Harezmî, Halife Memun’un isteğiyle yer ve gökyüzü haritalarına yer verilen bir atlas hazırlamıştır.
Astronomi, matematik, doğa bilimleri, coğrafya ve tarih alanındaki eserleriyle ün kazanmış olan Birûnî (Beyrûnî, 973-1051) “Kanun” adlı eserinde yerin ekseni çevresinde döndüğünü ileri sürmüştür. Matematikte trigonometri ile ilgili önemli çalışmalar yapmış, fizikte de özgül ağırlık değerlerini bulmuştur. İbni Sinâ (980-1037) özellikle tıp alanında verimli olmuş bir bilgindir. Onun “Kanun fî’t Tıp” adlı eseri Latinceye tercüme edilerek, batıda tıp fakültelerinde ders kitabı olarak okutulmuştur. O aynı zamanda hastalıkların hem bedensel hem de psikolojik nedenlerle meydana gelebileceğini ileri sürdüğü için modern psikolojinin öncüsü olarak kabul edilmiştir.
Batıda Ortaçağ boyunca büyük bir duraklama içerisine giren bilimsel çalışmalar, XV.ve XVI. Yüzyılda yaşanan Rönesansla birlikte yeniden başlamışltır. Önce italya’da ortaya çıkan, daha sonra Fransa ve Almanya’ya ve ardından da Avrupa’nın diğer ülkelerine yayılan Rönesans, başta bilim ve felsefe olmak üzere, kültürün çeşitli alanlarında bir yeniden doğuş dönemidir. Orta Çağdan yeni çağa geçiş dönemi olan bu dönem, Orta Çağ’ın “birleşik toplum” yerine “bireycilik” anlayışını getirmiştir. Bireycilik; devlet, dil ve edebiyattan giyim kuşama kadar her alanda etkili oldu. Serbestliği, özgürlüğü ve hümanizmi getirdi. Hümanizm (insancılık) anlayışı merkeze insanı yerleştirdi. İnsanın dünyadaki yeri ve anlamı sorgulandı. Rönesans dönemi bireyin ve aklın ön plana ç›kmasıyla; bilimsel gelişmelerin, teknik buluşların ve keşiflerin hız kazandığı bir dönem olmuştur. Bu dönemde bilim, din ve felsefenin etkisinden kurtularak insanlığın yaşam koşullarını ve düşünce biçimini değiştirecek kadar hızlı bir şekilde ilerlemeye başlamıştır. Rönesans içinde yaşanan ilk bilimsel devrimin Kopernik (1473-1543) tarafından geliştirildiğini söyleyebiliriz. Batlamyus’un yer merkezli evren anlayışlı yerine güneş merkezli evren anlayışını benimsedi. Merkezde güneşin bulunduğunu, dünya ve diğer gezegenlerin ise onun etrafında hareket ettiğini söyledi. Onun bu görüşleri, Johannes Kepler (1571-1630) , Galileo Galilei (1564-1642) ve İsaac Newton (1643-1627) tarafından kanıtlanmıştır. Bu bilim insanlarının çalışmalarına ek olarak, bilimin hemen her alanında çok önemli çalışmalar gerçekleştirilmiştir. Bu çalışmalarla XIX. yüzyıl Sanayi Devrimine giden yolda önemli mesafeler kaydedilmiştir. Bilimde büyük gelişmelerin olduğu bu dönem, aynı zamanda filozofların bilimin yöntemi üzerine düşünmeye, bilimler için metodoloji (bilimsel yöntem) sağlamaya çalıştıkları bir dönem olmuştur. Özellikle Francis Bacon (Frensis Beykın, 1561-1626) deney ve gözleme dayanmayan yeni bir bilgi ortaya koyma yerine, bir savı (iddia) kanıtlama yöntemi olarak gördüğü tümden gelimi reddetmiştir. O, bilimsel araştırmanın gözlem ve deneye, tek tek olaylardan genel sonuçlara giden tümevarımsal yönteme dayanması gerektiğini savunmuştur. Bir süre sonra Rene Descartes (Röne Dekart, 1596-1650), “Yöntem Üzerine Konuşma” adlı eserini yayınlamış ve bilimsel araştırmada izlenmesi gereken kuralları flu şekilde sıralamıştır: Apaçıklık, analiz, sentez ve sayma.
XVII. ve XVIII. Yüzyıllar, Newton fiziğinin doğaya uygulanmasına ve bilimin daha da ilerlemesine sahne olmuştur. Bu fizik, doğada mutlak bir determinizmin (gerekircilik) hüküm sürdüğü, evrende olup biten her şeyin neden-sonuç ilişkisine göre meydana geldiği düşüncesine dayanmaktadır. Buna göre doğa yasaları zorunlu olan yasalardır. Newton fiziği matematiğe ve özellikle Euklides (Öklid) geometrisine dayanmaktadır.
XIX. yüzyıl bilimin sanayi alanına uygulandığı ve “Sanayi Devrimi”nin gerçekleştiği bir dönemdir. Teknolojinin gelişmesi bilimsel araştırmalarda yeni ufuklar açmıştır. Fizikte, Islığın yayılması ve dalga kuramı; kimyada, atomla ilgili çalışmalar, enerjinin korunumu yasası ve termodinamik yasası gibi gelişmeler sayılabilir. XIX. yüzyıl aynı zamanda bilimlerin felsefeden ayrılma sürecinin tamamlandığı bir yüzyıl olmuştur. Bu dönemde Claud Bernard (Klod Bernar, 1813-1878)’ın çalışmalarıyla biyoloji, Aguste Comte (Ogüst Komt, 1798-1857)’un çalışmaları ile sosyoloji ve Wilhelm Wund (1832-1920)’un çal›flmaları ile psikoloji, felsefeden koparak birer ayrı bilim ve bağımsız araştırma alanı haline gelmişlerdir.
XX. Yüzyıl Newton fiziğine büyük güvenin sarsıldığı bir dönem olmuştur. Newton fiziğine duyulan güveni sarsan üç önemli kuram ortaya konmuştur. Bunlardan birincisi, Albert Ainstein ( Albırt Aynştayn, 1879-1955)’›n görelilik kuramıdır. İkincisi, Max Planck (Maks Plank, 1848-1947)’›n kuantum kuramıdır. Üçüncüsü ise Werner Heisenberg(Verner Haysenberk, 1901-1977)’in doğa yasalarının kesin ve zorunlu yasalar olmayıp, olasılığa dayalı yasalar olduğunu dile getiren, olasılık ya da belirsizlik kuramıdır. Bu üç kuram Newton fiziğini aşmanın yanında geleneksel, klasik bilim anlayışını da sorgulanmasına neden olmuştur. Böylece kesin bilgiler olarak sunulan bilimsel bilgilerin güvenilir olduğu konusunda birtakım kuşkular ortaya çıkmıştır.
Bilimin Felsefenin Konusu Oluşu
Filozofların bilim üzerine düşünmeleri en azından Fransis Bacon’a kadar geri gider. Bacon Yeni Çağın bilim çağı olacağını sezinlemiş, bilimin gelişimini hızlandırmak için yeni bir yöntem (tümevar›m) önermiştir.Aynı şekilde İmmanuel Kant da bilim üzerine düşünmüş, özellikle Newton fiziğini temellendirmeye çalışmıştır. Bununla birlikte, bilim felsefesinin yeni bir felsefe dalı olarak ortaya çıkışını hazırlayan en önemli olaylar, XIX. Yüzyıl ile XX. yüzyılın başındaki bilimsel gelişmeler olmuştur. Son dönemde bilimin olağanüstü başarıları, ona olan ilgiyi büyük oranda artırmış, düşünürleri bilimi sorgulamaya itmiştir. Bunun sonucunda bilim felsefesi ayrı bir felsefe dalı olarak ortaya çıkmıştır. Bilim felsefesi bilim üzerine düşünmektir. Bilim felsefesinin konusu bilimdir. Bilimin; geçerliliği, güvenilirliği, kavramları, yasaları, sınıflandırılması vb. dir.
Felsefe, bilimi ve ulaştığı sonuçları da içine alarak tüm varlığı anlamaya ve açıklamaya çalışır. Bunu yaparken bilimin ulaştığı sonuçlardan da yararlanır. Felsefe sadece bilimden ve onun verilerinden yararlanmakla kalmaz. Yepyeni sorularıyla ve temellendirilmiş açıklamalarıyla bilime yeni hedefler gösterir onun ufkunu açar.
BİLİM FELSEFESİNDE KLASİK GÖRÜŞ VE ELEŞTİRİSİ
“Bilim nedir?” ve “Bilimin temel özellikleri nelerdir?” sorularını yanıtlamak; olgusal dünyanın sürekli değişim içinde olması ve bilimin karmaşık bir yapıya sahip olması sebebiyle hiç de kolay olmamıştır. Bilim nedir? sorusuna verilen yanıtlar çok farklı olsa bile günümüzde bir bilim görüşü oluşmuştur. Bu bilim görüşü, pozitivizm ve kısmen de mantıkçı pozitivizmin temsil ettiği görüştür. Bizim bugün klasik görüş diye nitelediğimiz bilim anlayışı, büyük oranda Ogüst Comte’un kurduğu pozitivizmin bilim anlayışına karşılık gelmektedir. Şimdi klasik görüşün ne olduğunu ve bu görüşün bilim anlayışını inceleyelim.
1. Bilime Klasik Görüş Açısından Bakış a. Klasik Görüş Açısından Bilim Klasik bilim anlayışının dayandığı temel görüşler şunlardır: * Bilim nesnel gerçekliği konu edinir. Nesnel gerçekliği yani insan zihninden bağımsız olarak var olan dış dünyayı, onu yöneten yasalara ulaşmaya çaışarak anlamaya ve açıklamaya çalışır. * Bilim, tümüyle rasyonel (akılcı) bir etkinliktir. Bilim adamı kişisel inanç, felsefi görüş, ön yargı, toplumsal ve kültürel değerlerin onu etkilemesine izin vermez. Tamamen nesnel (objektif) tavır takınmak durumundadır. * Her bilim dalı varlığın farklı bir bölümünü konu edinse de tüm bilimlerin temeli ortaktır. Birbirleriyle doğrudan bir ilişkisi yok gibi görünen bilimlerin bile aralarında belli bir ilişki vardır. Bilimler, birbirlerine indirgenebilir. Comte’a göre oluşacak en son bilim sosyal fiziktir. * Bilim, geçmişten günümüze artarak ilerleyen bir yapıya sahiptir. Bilimsel bilgi kümülatif (biriken) bir bilgidir. Başka bir anlatımla, eskinin doğrularına yenilerini katarak ileriye doğru gelişen bir süreçtir. Bilim, sürekli gelişen hazine gibidir. Her bilim dalı ve bilim adamı hazineye bir şeyler ekler, yanlışlar ayıklanır ve dolayısıyla hazinenin değeri sürekli arttığı gibi alanı da sürekli genişler
b. Bilimi Niteleyen Özellikler
(1) Bilimsel Bilginin Özellikleri * Bilim olgusaldır. Bilim gözlenebilir olguları ele alır. Olgular arasındaki nedensellik ilişkilerini aç›klar. * Bilim mantıksaldır. Bilimde önermeler birleriyle çelişmez. Bütün bilimsel yargılar mantık kurallarına uygundur ve mantıksal tutarlılığa ve geçerliliğe sahiptir. * Bilim genellemeler yapar. Bilim, tek tek olguları değil aynı türden tüm olguları açıklar. Dolayısıyla bilimin ulaştığı sonuçlar herkes tarafından kabul gören genel geçer olan görüşlerdir. * Bilim objektif(nesnel)tir. Bilimin ürünü olan bilgi, onu ortaya koyan bilim insanının inançlarından, kişisel kanaatlerinden, dünya görüşünden bağımsız bir bilgidir. Bilimsel bilgi kişiden kişiye yada toplumdan topluma değişmez. * Bilim eleştiricidir. Bilim insanının her şeyi sorgulayan eleştirel bir tavrı vardır. Bu tavır sayesinde bilim yanlışlarından arınarak ilerler. * Bilim eleştiricidir. Bilim insanının her şeyi sorgulayan eleştirel bir tavrı vardır. Bu tavır sayesinde bilim yanlışlarından arınarak ilerler. * Bilimsel bilgi bilimsel yöntemle ulaşılan bilgidir. Bilimsel bilgi gelişi güzel bir biçimde değil bilimsel yöntemle elde edilir.
(2) Bilimsel Yöntemin özellikleri Yöntem, bir amaca ulaşmak için izlenen yol anlamına gelir. Bilimsel yöntem ise olguları betimlemek ve açıklamak amacıyla izlenen sistemli bilgi edinme yoludur. Bilimsel yöntem şu aşamalardan oluşur: Olguların saptanması, Gözlem, hipotez (denence), deney, kuram (teori) ve yasa. Bilimsel yöntemin bu aşamalarını iki gruba ayırarak inceleyebiliriz. Birincisi, olgu, gözlem, hipotez ve deney aşamalarını içine alan betimleme (tasvir) aşamasıdır. İkincisi ise teori ve yasa aşamalarını içine alan açıklama aşamasıdır. Betimleme aşamasında önce problem tanımlanır, konu ile ilgili
olgular gözlenir ve bilgiler toplanır. Bu bilgilerin ışığında hipotez oluşturulur. Formüle edilen hipotezler deneylerle test edilir. Açıklama aşamasında ise hipotez deneyle doğrulanmış ise kurama ulaşılmış olur. Ulaşılan bu kuram bilim adamları topluluğu tarafından da yinelenir, doğrulanır ve matematiksel olarak formüle edilirse yasa aşamasına ulaşılmış olunur. Örneğin; “Su 100 derece selsiyus da kaynar.” bir yasadır. Eğer deneylerle test edilen hipotezler doğrulanamaz, kuram düzeyine yükselmez ise araştırmanın başına dönülür ve hipotez yeniden kurulur. Bilimsel yöntemle olgular arasındaki ilişkileri açıklayarak kurama ulaşmak aynı zamanda bir buluştur. Örneğin kuduz aşısının bulunması, elektriğin keşfi birer buluştur. Buna ek olarak araştırılan olguyu açıklamak amacıyla oluşturulan hipotezden olgusal olarak sınanabilir sonuçlar çıkarma ve söz konusu sonuçları yeni verilerle karşılaştırma işlemine de doğrulama denir. Bir başka anlatımla, bilimsel doğrulama, ulaşılan genel açıklamaların olgulara uygunluğunu denetlemektir.
(3) Bilimsel Açıklama – Ön Deyinin Özellikleri Bilimsel yöntemle iki aşmalı bir sürecin sonunda yasalara ulaşıldığını açıklamıştık. Betimleme aşamasında “nasıl”? sorusuna cevap aranır. Ele alınan olgunun nasıl olduğu (oluş süreci), nasıl bir gelişim kaydettiği ortaya konulur. Açıklama ise olayların nedeniyle ilişkilidir. Açıklama nedeni bilinmeyen olguların nedeni bilinen olgularla ifade edilmesidir. Örneğin, yağmurun kara dönüşünü gözlemlemek, gözlem sonuçlarını aşama aşama kaydetmek bir betimlemedir. Yağmurun kara neden dönüştüğü araştırıldığında ve nedenler ortaya konulduğunda açıklama yapılmış olur. Doğaya ait gerçekleri araştıran bilim adamları, ele aldıkları konunun nasıl olacağı ile ilgili önce ön deyilerde bulunurlar. Sonra nedenlere ilişkin hipotezler (geçici açıklamalar) belirlerler. Yaptıkları deney ve gözlemler sonucunda da teorilere, oradan da yasalara ulaşırlar. Nedeni belirleyen teoriler ve yasalar birer açıklamadır. Açıklamalar aksi ispatlanana ya da yeni bir teori veya yasa ile çürütülmedikçe varlığını sürdürürler. Açıklama aşamasının sonunda birtakım genellemelere ulaşılır. Bu genellemeler sayesinde açıklama, her yerde kabul gören bilimsel bir nitelik kazanır. Örneğin, “Bütün cisimler boşlukta, aynı hızla düşer.” önermesi bu türden genel kabul gören bir önermedir. Doğayı ve doğa olaylarını bilimsel yönden anlamada ön deyinin önemli bir rolü vardır. Ön deyi, olgular arası ilişkilerden ya da bilimsel açıklamalardan yararlanarak henüz olmamış bir olguyu önceden kestirmedir. Astronomi alanında gerçekleştirilen ilk ön deyi felsefenin kurucularından sayılan Thales’e aittir. O, “28 May›s 508’de olan ay tutulması olayını” önceden haber vermiştir. Thales’in yaptığı bir ön deyidir.
(4) Bilimsel Kuramın (Teorinin) Özellikleri Bilimsel araştırma sürecinin problemi tespit etme ve bu probleme bağlı olarak oluşturulan hipotezle başladığını daha önce belirtmiştik. Oluşturulan bu hipotezler deney ve gözlemlerle test edilir, defalarca denemeden sonra doğrulanırsa kurama ulaşılır. Yani bilimsel araştırma sürecinde doğrulanan her hipotez kuram özelliği kazanır.
Kuramlar, deney ve gözlemle doğrulanmış olan, deneyin verilerinden yola çıkılarak daha geniş bir alanı kapsayacak biçimde genellenmiş olan ve belli bir dönemde bilim insanlarının çoğu tarafından kabul gören genellenmiş açıklamalardır. Her kuram, alışılmışın dışında yeni bir görüş ve yeni bir yorumdur. Başlangıçta çoğunlukla tepkiyle karşılanırlar. Örneğin, Darwin’in “Evrim Kuram›” ve S. Freud’un “Psikanaliz Kuram›” gibi. Her kuram, belli bir alana ilişkin genel açıklamadır. Birikmiş bilgilere dayanılarak ve bilimsel yöntem kullanılarak elde edilmiş bilgilerdir. Kuram doğal ve toplumsal gerçekliğin bir alanına ilişkin genelleştirilmiş açıklamalardır. Ele aldığı alanda olguların açıklanmasını sağladığı gibi gelecekte olacaklar hakkında da ön deyide bulunma olanağı sağlar. Bilimdeki gelişmelere bağlı olarak kuramlar değişebilirler. Bunun için hiçbir kurama kesin gözüyle bakılamaz.
2. Klasik Görüşe Yapılan Eleştiriler
Klasik görüş bilimi ürün olarak kabul eden filozoflara ait bir görüştür. 1940’lı yıllara kadar etkisini sürdüren klasik görüşe yapılan eleştirileri şöyle sıralayabiliriz:  Klasik görüş, bilime çok büyük değer vermiştir. Bilimi, insanlığın tüm sorunlarıı çözebilecek bir güç olduğunu ileri sürmüştür. Bu yaklaşım, klasik bilim anlayışına karşı çıkan düşünürlere göre doğru olmayan bir yaklaşımdır. Çünkü bilim, insanlığın tüm problemlerini çözemediği gibi teknolojiyle birlikte insanlığa yeni problemler de getirmiştir. Bilimsel bilgide diğer bilgi türleri gibi bir bilgi türüdür ve diğerlerinden üstün değildir. . Klasik görüşe göre bilim, doğrusal bir biçimde birikerek ilerler. Zamanla yanlışlanan kuramlar, doğrularıyla yer değiştirerek ilerlemesini sürdürür. Bu görüşe karşı çıkan bilim insanlarına göre bilim, ne düzgün bir doğru boyunca ilerler ne de birikimsel bir süreç izler. Bu bilim insanlarına göre, bilimde sapmalar vardır, inişler ve çıkışlar söz konusudur ve bilim evrimsel değil devrimsel bir süreç izler. Bilim de paradigmalar hüküm sürmektedir. Geçerliliğini yitiren paradigmalar yerini yenilerine bırakmaktadır. Bir başka ifadeyle yeni paradigma öncekini yok ederek onun yerine geçer.
Klasik görüşe göre, bilim, onu yapan bilim insanlarından ve meydana geldiği ülkeden bağımsız nesnel bir yapısı ve ya gerçekliği vardır. Yine bazı bilim insanları bu görüşü de eleştirmişlerdir. Bu bilim insanlarına göre, bilim katı rasyonel bir etkinlik değildir. Bilim insanı da kendi kültüründen soyutlanmış ve sadece üreten bir robot değildir. Bilimsel üretimler kültürlerinden bağımsız olarak ele alınamaz. Her çağın bilim insanı ürettiği bilimle ve kültürüyle bir bütündür. Bilimsel buluşlar, içinden çıktığı kültürle ve bilim insanının yaşam öyküsüyle anlam kazanır. Einstein’ı ve buluşlarını yaşadığı dönemin kültüründen soyutlayamayız. Bilim insanının gözündeki gözlük ne renk ise varlığı da o renkte görür ve yorumlar.
Klasik görüşe göre bilim, eninde sonunda her şeyi çözecek, evrende bilinmeyen hiçbir şey kalmayacaktır. Bu görüşü eleştirenlere göre ileri sürülen sav bir ütopyadır. Evren, sonsuz ve sınırsız olduğuna göre, bu sonsuzluğa insanın nüfuz edebileceğine dair hiçbir kanıt yoktur. . Klasik görüşe göre, bilimler birbirlerine indirgenebilecek yapıdadırlar. Son tahlilde bilimlerin büyük bir bilimin parçaları olacağını, bu büyük bilimin de “fizik” olacağını ileri sürerler. Bu görüşe de karşı çıkan bilim insanları ve düşünürler olmuştur. Onlara göre, çeşitli bilimlerin birbirleriyle ilişkileri olabilir ama hiçbir bilim diğerine indirgenemez. Bu bilim insanlarına göre, gerçekliğin farklı boyutları vardır ve bu farklı boyutları ele alan farklı bilimler söz konusudur. Gerçekliğin ancak farklı bilimlerle açıklanabileceği görüşü daha olanaklı bir görüştür.

2 Mayıs 2017 Salı

Immanuel Kant Kimdir? Görüşleri Nelerdir?

Immanuel Kant; 1724 yılında Doğu Prusya da bir kasabada dünyaya gelmiş, ünlü Alman filozofudur. Hayatını doğdu şehirde geçiren Kant, Konigsberg Üniversitesinde felsefe, fizik ve matematik eğitimi alarak belli konular üzerinde kendisini geliştirmeyi başarmıştır. VII. yy. da İskoçya’dan Prusya ya göç etmiş bir fakir bir aileydi. Fakir bir ailenin çocuğu olan Kant maddi sıkıntılar içinde bir çocukluk geçirmiştir.
Öğrenim hayatı sırasında babasını kaybeden Kant, hem çalışıp hem okumak zorunda kalması üzerine özel öğretmenlik yapmaya başlamıştır. Kant geliştirdiği düşünce sistemini de bu dönemde geliştirip, doktorasını tamamlamış ve bunun ardından da Konigsberg Üniversitesinde öğretime başlamıştır. 1770 yılında profesörlüğe yükselen Kant, emeklilik dönemine kadar çeşitli statülerde üniversitede çalışmaya devam etmiştir. Matematiği seven ama felsefeye özel bir ilgisi olan Kant, üzerinde yaptığı çalışmalar sonrasında 1781 yılında felsefe alanındaki ilk eserini vermeyi başarmıştır. (Saf Mantığın Tenkidi) Daha sonra yaptığı çalışmalarına ve eserlerine devam eden Kant, eserlerinin yanında genç yaşında güneş sisteminin meydana gelişinin üzerinde çalışmalar yapmaya başlamıştır. Yaptığı çalışmalar ile Nebula hipotezini ortaya atmıştır.
4580_1Alman filozofu Kant, Alman felsefesinin kurucu isimlerinin arasında yer alırken üzerinde yaptığı çalışmalar sayesinde felsefede kendinden sonraki döneminde aydınlatıcısı ve yol göstericisi olmuştur. Felsefede Bilgi Kuramını ortaya atmıştır. Kant’ın yaptığı felsefenin kolay anlaşılabilmesi için, onun çalışmalarının öncesi ve sonrası ile diğer filozoflar ile olan bağlantılarının da araştırılması ile daha kolay anlaşılabilmektedir. Kant il çalışmalarını Leibniz’in etkisi altında kalarak yapmış daha sonra ise, Hume’nin fikirleri ile karşılaşarak insanın bilgisinin sınırlarını belirlemeyi arzu etmiştir. Kant’ın hareket noktası daima bilgi olmuş ve yazdığı eserlerinde insanın sadece tecrübe ederek kazanacağı bilginin sadece tabiat bilgisi olacağını ileri sürmüş ve bunun metafizikte geçerli olamayacağını ileri sürmüştür. Hareket noktası bilgi olan Kant, insanın sahip olduğu bilginin yapı ve sınırları üzerinde durmuştur. Yaptığı araştırmalar sonrasında Kant’a göre bilgi, kavramlar arasında gösterdiği münasebet ile aynı zamanda bir hükmü ifade ettiğini ve bununda bir bilgi kaynağı deneyi olduğunu belirtmiştir.
1724 yılında dünyaya gelen Kant, 1804 yılında 80 yaşında iken hayatını kaybetmiştir. Yaşamı boyunca yaptığı çalışmalar ile bir çok eser bırakmıştır. Yaptığı çalışmalar günümüzde de hala kendisinden bahsedilerek kullanılmakta ve kendisinden sonrakilere bilgi kaynağı olmayı başarmıştır. Eserlerinin yanında, günümüzde kendisinden bahsedilmeyi başaran bir çok özlü sözleri de bulunmaktadır.
Felsefi Görüşleri
Kant felsefesine “Kant Kritismi” denir. Buradaki “kritik” sözcüğü “duyarlı, zor durum, her an tersine dönebilir” değil, “inceleme, gözden geçirme ve eleştirme” anlamına gelmektedir.
Kant felsefesinin bu adı alması, onun felsefesinin bu nitelikle anılması, hiç de rastlantısal değildir; çünkü gerçekten de bir inceleme ve eleştiriye dayanmaktadır.
Onun incelediği şey varlık, bilgi ve us; eleştirdiği şey de usçuluk ve deneyciliktir.
Onun iki dönemi vardir. Birincisine “elestiri öncesi dönem”, ikincisine ise “elestiri dönemi” denir. Onun felsefî agirligi bu ikinci dönemin ürünlerinden gelir. O, bu dönemde, çagdaslari olan Descartes, Chiristian Wolf, Leibniz, Locke ve David Hume ile varlik, bilgi, hakikat ve metafizik konularinda hesaplasmak zorunda kalmistir.
Descartes, Wolf ve Leibniz birer rasyonalisttiler. Bilginin kaynagini ve dogrulugunun ölçüsünü us olarak görüyorlardi. Onlara göre us dogru, güvenilir, saglam, genel geçer ve zorunlu bilgilere (hakikate) sahip olarak bu dünyaya geliyordu. Varlik (evren) ise “gerçek ve görünüs” olarak ikiye ayriliyordu. Aristoteles’in geleneksel metafizigine bagliydilar.
Bunlarin karsisinda Locke ve Hume vardi. Onlar ise varligi duyumladiklarimizla sinirliyor, monist (tekçi) bir evreni savunuyor ve bilginin kaynagi olarak da deneyi gösteriyorlardi. Görünüsün ardinda bir gerçeklik aramiyor, duyulur olana uygun önermelere “dogru” diyor ve bu “dogru” kavramiyla yetiniyorlardi. Metafizigi de toptan reddediyorlardi.
Bunlarin ikisinin de ortak yani “dogmatik” olmalariydi. Yani çikis noktalarini temellendirmiyor, açiklamiyor, orada bir ön kabule dayaniyorlardi. “Niçin akil? Niçin deney?” diye soruldugunda yanit, “E öyle!” idi!
Ancak Hume’un durumu özeldi. Hume her ne kadar felsefe tarihinde yerini “deneyciler” bölümünde almis olsa da Locke gibi deneyciligi sonuna kadar savunan biri degildir. Çabucak kuskuya yönelir. Ona göre gerçeklige iliskin bütün kavramlarimiz deneyden çikmistir. Örnegin, Tanri bile deneylerin ürünü bir kavramdir ve o insandaki niteliklerin abartilmasiyla yine insan zihni tarafindan olusturulan zihinsel, kavramsal bir varliktir. Duyulur bir varlik, deneylenir bir varlik degildir.