16 Aralık 2014 Salı

Karl Marx ve Marksizm Üzerine..



Karl Heinrich Marx (okunuşu: Karl Haynrih Marks) (5 Mayıs 1818 Trier - 14 Mart 1883 Londra19. yüzyılda yaşamış filozofpolitik ekonomist ve devrimciKomünizmin kuramsal kurucusudur. Birçok politik ve sosyal konuda fikri olmakla beraber, en çok Komünist Manifesto'nun (1848) giriş cümlesinde özetlediği tarih analiziyle tanınır: "Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir."[1] Marx, bütün sınıflı toplumlarda olduğu gibi kapitalizmin de kendini yok etmeye yol açacak içsel dinamikler barındırdığına inanırdı; onun düşüncesine göre, nasıl ki kapitalizm eskimiş feodalizmin yerini aldıysa, sınıfsız bir toplum olan komünizm de "devletinproletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olmadığı" siyasal geçiş sürecinden sonra onun yerini alacaktır.

Marksizm

Marksizm, özgün bir siyasal felsefe, tarihin diyalektik materyalist bir yorumuna dayanan ekonomik ve toplumsal bir dünya görüşü, kapitalizmin Marksist açıdan çözümlenmesi, bir toplumsal değişim teorisi ve Karl Marx'ın ve Friedrich Engels'in çalışmalarından çıkarılan insanın özgürleşmesiyle ilgili bir düşüncedirmarksizm
Marksizm bir öğreti olarak siyasal, ekonomik ve felsefi bir bütünlük içerir. Marksizm, ideolojik alanda esas olarak sınıflar savaşımı teorisini ortaya atan ve bu savaşımın zorunlu sonucu olarak proletarya diktatörlüğüne ve oradan da toplumsal eşitlik ve özgürlük dünyası komünizme varılacağını öngören bir öğreti olarak tanımlanır.

Karl Marx ve Friedrich Engels

Marksizme adını veren Karl Marx, döneminin en öne çıkan filozof, siyasetçi, ekonomist ve devrimcilerindendir. İşçi sınıfının sömürülmesinin mekanizmalarının ve üretim süreçlerine yabancılaşmasını incelemiş kapitalist üretim ilişkilerini araştırarak tarihsel materyalizmin temellerini atmıştır. İnsanlık tarihini sınıf savaşımı açısından analiz etmiş, bu fikirlerini 1848 yılında kaleme aldığı komünist Manifestoda dile getirmiştir: "Şimdiye kadarki tüm toplum tarihi sınıf mücadeleleri tarihidir.
Marx'ın teorik çalışmalarında kendisine en büyük yardımı yine kendisi gibi Alman bir filozof olan Friedrich Engels yapmıştır. 1844 yılında biraraya gelen ikili aynı siyasi fikirleri benimsediklerini görerek Marx'ın 1883 yılındaki ölümüne kadar beraber çalışacak ve çok sayıda ortak esere imza atacaklardır.
1848 yılında Komünist Manifesto'nun yayınlanmasının ardından Belçika'dan sınırdışı edilen ikili Köln'e geçerek burada Neue Rheinische Zeitung adlı radikal sol gazeteyi çıkartmaya başlar. 1849 yılında buradan da ayrılmak zorunda kalan ikili Londra'ya geçer.
Siyasi ve yazın alanındaki faaliyetlerine İngiltere'de sürdürürler. 1883 yılında Marx'ın ölümü üzerine Engels, Marx'ın yazmış olduğu eserlerin editörlüğü ve çevirmenliğini yapmak durumunda kalır. Bu dönemde kendisi de başta Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni olmak üzere çeşitli eserler kaleme alır.

19.yüzyıl'da marksizm

Marksizm, 19. yüzyılda kendi açılarından zirveye ulaşmış olan üç düşünsel kaynaktan beslenmiştir: İngiliz ekonomi-politiği, Alman felsefesi ve Fransız ütopik sosyalizmi. Bu üç bileşen, Marx ve Engels tarafından yoğun bir entelektüel ve siyasal eleştiriden geçirilerek eşit ve özgür bir insanlık ütopyasının yaşama geçirilmesinin teorisi ve pratiği olarak Marksizm'de erimiş ve dönüştürülmüştür.
Marksizm fikirleri Avrupa kıtasındaki 1848 Devrimleriyle ayaklanan işçi sınıfı hareketinin içine doğar. Özellikle aydınlar, düşünürler ve siyaetçiler arasında bilinir hale gelse de emekçiler arasında geniş bir etkiye derhal sahip olmaz. Birinci Enternasyonal örgütlenmesiyle bilinir hale gelen Marksizm, Paris Komünü gibi ayaklanmaları etkilese de belirleyici ideoloji olmayacaktır. Kısa ömürlü de olsa Paris Komünü deneyimini selamlayan Marx ve Engels yaptıkları eleştirilerle süreci değerlendirerek bu deneyimi işçi sınıfının ilk özgün devrimci hükümeti olarak tanımlamışlardır. Bu değerlendimeler Marksizmdeki proletarya diktatörlüğü ile bütünleşiktir.

20.yüzyıl'da marksizm

Bu dönemde Rusya İmparatorluğunda yaşanan Şubat Devrimi ile çarlık rejiminin devrilmesi ve sonrasında Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi içindeki Lenin önderliğindeki Bolşeviklerin Ekim Devrimi ile iktidarı almalarıyla yeni bir ayrım yaşanır. Bolşevikler özellikle I. Dünya Savaşı sırasında sosyal demokrat partilerin işçi sınıfı siyaseti aleyhine olacak şekilde ulusal burjuvaziyle ittifak yapmasını eleştirir. Bu yüzden II. Enternasyonal yerine artık III. Enternasyonalin gündemde olduğu belirtilerek bu yönde örgütlenme yapılır.
Marksizm ve leninizm bu dönemlerde sık sık gündemde olacak, yaşanan yeni alt üst oluşlarda temel referans noktası haline gelecektir. II. Dünya Savaşının ardından Doğu Avrupa ülkelerinde kurulan sosyalizan rejimler, Çin Devriminin 1949 yılında başarıya ulaşması ve 1959 yılındaki Küba Devrimi ile Fidel Castro önderliğinde iktidarı ele geçiren 26 Temmuz Hareketi sayesinde marksizmden etkilenen siyasi hareketlerin çeşitli ülkelerde başa geçtiği görülür.

21.yüzyıl'da marksizm

Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin dağılması ve Doğu Blokunun çözülmesiyle beraber marksist ideolojinin yenildiği ve tarihin bu anlamda sonu geldiği iddia edilmiştir. Buna rağmen özellikle marksist eğilimli Küba hükümetinin ideolojik etkisinden etkilenerek Latin Amerika'da birbirinin ardı sıra iktidara gelen marksist eğilimli iktidarların sayısı artmıştır.

Marksizm ve siyaset

Marx'ın ölümünden sonra teorik arka planını Marksizme dayandıran çok farklı özneler çok farklı siyasi hatları takip etmiştir. Marksistler arasındaki ilk büyük ayrım sosyalizme geçiş sürecine dair yaşanmıştır. Sosyal demokrasi bu sürecin reformlarla burjuva parlamenterizmi dahilinde olacağını öne sürerken komünistler sosyalizme geçişin devrim sayesinde olacağını iddia etmişlerdir. Kopuş I.Dünya Savaşı başlangıcında kendi ulusal burjuva hükümetlerini destekleme kararı alan II. Enternasyonalin dağılmasıyla kesinleşmiştir. Ekim Devriminin başarısının ardından Bolşevikler III. Enternasyonalin kurulduğunu ilan etmişlerdir.

Aydınlanma Felsefesi Tarihi




18. yüzyıl dar anlamda aydınlanma çağı olarak adlandırılır ve bu dönem felsefesine de aydınlanma felsefesi denir. İnsan için bu dönemde kuramsal ve pratik bağ- lamları içinde bilinçli bir aydınlanma çabası dikkati çekmektedir. Aydınlanma düşüncesi, din ve geleneksel düşünce ve uygulamaların baskısından kurtularak insanı n her alanda kendi aklının ışığında davranma ve sorun çözme kararlılığını anlatmaktadır. Özellikle Hıristiyan kilisesinin dinsel yaşam biçimini dayatan baskıcı ve tutucu uygulamaları, insanların düşünme ve davranış özgürlüğünü ellerinden aldığı gibi toplumsal gelişmeye ve ilerlemeye de ket vuruyordu. Bu nedenle kilisenin toplum düzeni üzerindeki etkisini ve yönetim gücünü kırmak için Batı dünyasının büyük bir bölümü din ve dinin uzantısındaki monarşi yönetimlerine karşı bilinçli bir başkaldırı devinimine girişti. Akıl ve aklı temsil eden bilimin yol göstericiliğine güvenmiş olarak bireyler, aydınlar ve düşünürler aynı ruh ve amaçlılık içinde düşünüp davranmaya başladılar. 

Bu devinimin ana yurdu Fransa idi. Bu ülkede aydınlanmacı düşünceler sadece düşünürlerin tekelinde olmaktan çıkmış, aydınlar, gazeteciler ve bunlara benzer kişiler aracılığıyla kamuya açık merkezlerde üretilerek, tartışılarak halk katmanlarına ulaştırılmaya başlanmıştır. Kuşkusuz bu kültür aydınlanmasının öncüleri, aktivist yanları da ağır basan filozoflar grubudur. Bu kişilere Fransızca yazılışıyla le phlilosophe deniyordu; bunun nedeni kendilerini her bakımdan ustaları olarak gördükleri, İngilizce yazılışıyla philosopher John Locke’dan ayırmak içindir. 

Bu filozoflar grubu, kuramsal felsefelerini genelde Locke’un deneyimciliği üzerine kurmuşlardır. Locke, onlar için hem kuramsal, hem pratik alanda gerçek bir filozoftur; öne sürdüğü epistemolojik ve politik görüşleriyle aydınlanmacı filozoflara aydınlanmanın temel gramerini sağlamıştır. Onlar için felsefede aklın kullanımı, doğuştan düşüncelerden ya da kendiliğinden açık ilk ilkelerden türeyen büyük felsefi sistemlerin kurulması anlamına gelmiyordu. Bu anlamda bir önceki yüzyılın kurgul metafiziğine sırt çevirdiler. Onlara göre aklın kullanımı görüngülerin (fenomenlerin) kendilerine gitmek, gözlem yoluyla bunların yasalarını ve nedenlerini öğrenmekti. Bu nedenle, bilimsel düşünceye ve gelişmeye büyük katkı yapması bakımından Newton’un yapıtından da etkilenmişlerdir. Böylece bilim alanında sağlanan gelişmenin, fizikten psikolojiye, ahlaka ve toplumsal yaşamın tüm alanlarına yayılacağına güçlü bir biçimde inanıyorlardı. Bundan böyle dinin engellemesinden kurtulan özgür akıl her alanda insan onuruna yakışır ilerlemeleri sağlayacak biricik araç olarak görünüyordu. 

Aydınlanma düşünürlerine göre aklın kullanımı, fenomenlerin kendilerine gitmek, gözlem yoluyla onların yasa ve nedenlerini öğrenmekti. 
Bu düşünürlerin tümünün dine karşı olan tutumları, daha çok dinsel kurumları n yozlaşmış ve çağdışı kalmış uygulamalarından kaynaklanıyordu. Aralarında Tanrı kavramını tümüyle dışlayanlar olmasına karşın, evrenin bir ilk ilkesi olarak inancı temsil eden deist bir yaklaşıma ya da bir akıl dinine inananlar da yok değildi. Kısacası, dinsel dogmaların, batıl inanışların ve akıl dışılıkların insan yaşamından uzaklaştırılması, insana onurluca bir yaşamın kapılarını açan temel hak ve özgürlükler için mücadele sürecine girilmesi, aydınlanma döneminin en temel yönelimidir. Bu dönemin başlıca düşünürleri arasında Bayle, Montesquieu, Voltaire, Condillac, Helvetius, Diderot, d’Alambert, Lametrie, d’Holbach ve Cabanis’in adlarını sayabiliriz. Ayrıca kısmen aydınlanmaya karşı, kısmen aydınlanmadan yana, kendine özgü bir düşünür olan Rousseau’nun da yerini yine bu dönem olarak göstermemiz gerekir. Kuşkusuz bu düşünürlerin tümünü bu kısıtlı sınırlar içinde ele almamız olanaklı görünmemektedir.

Modern Çağ (Rönesans) Felsefesi Tarihi



Kökenleri Rönesans’a kadar dayanan ve sorunsal ya da kavramsal etkileri bakımından bir anlamda günümüze dek uzanan Modern çağ, felsefe tarihin belki de en hareketli ve heyecan verici dönemidir. Bu dönemde Ortaçağ’ın ortak bilim ve felsefe dili olan Latince’den kopulmuş, ulusal dillerde yapıtlar verilmeye başlanmış, bu gelişme kısa süre içinde farklı düşünme biçimlerinin, felsefi tutumların ve akımların ortaya çıkmasını sağlamıştır. Ortaçağ düşüncesi büyük ölçüde Hıristiyanlı k ya da Müslümanlık etkisinde bir felsefi etkinliğe sahne olmuşken, Modern felsefe, bir Anglo-Sakson felsefesinin, Alman felsefesinin, Fransız felsefesinin gelişimine şahitlik etmiştir. 

Avrupa düşünürü henüz modern çağın erken dönemlerinden itibaren düşünen bireyin özgür akli etkinliğini vurgulayan yeni tarzda bir felsefe etkinliği ortaya koydu. Ortaçağ boyunca Hıristiyanlığın büyük inanç kurumlarının mensubu olarak yaşayan Avrupa insanı, Rönesans’tan itibaren zaman içinde özgür biçimde düşünüp eyleyen bir bireye dönüştü; dünyayı ve toplumu kendi akli etkinliğiyle yeniden yorumlamak ve kurmak yoluna gitti. Düşünen özne, Batı’nın düşünce sahnesine çıktı ve kısa süre içinde felsefenin tüm önemli kavramları bu özne etrafında yeniden yorumlandı. Bilimde ve teknikte ortaya çıkan gelişmeler Batı insanında, aklın ve bilimin, insanlığın karşı karşıya kaldığı tüm sorunları aşacağına yönelik güçlü bir inanç doğurdu ve bu inanç, kısa süre içinde bilime ve özgür düşünceye dayalı yeni felsefi eğilimlerin ve akımların ortaya çıkmasını sağladı. Her yeni gelişme, eskiden kararlı bir kopuşu, yeniye yönelik güçlü bir inancı beraberinde getirmekte, aydınlanma, akılcılık, deneycilik, maddecilik gibi yeni felsefi akımlar, tutumlar ve yönelimler ağırlık kazanmaktaydı. Bu uzun tarihsel dönem boyunca yapıtlar veren düşünürlerin sayısı ve önemi de gerçekten göz kamaştırıcı- dır. Montaigne, Erasmus, Mirandola, Petrarca gibi Rönesans hümanistleri, Descartes, Spinoza, Leibniz gibi kıta rasyonalistleri, Locke, Hume, Berkeley gibi İngiliz empiristleri, Rousseau, Diderot, D’Alambert gibi Aydınlanma düşünürleri, Machiavelli, Hobbes, Bodin, Grotius, Althusius gibi siyaset felsefesi dehaları, More ve Campanella gibi ütopist düşünürler, Kant, Fichte, Schelling, Hegel gibi Alman idealistleri, Marksist düşünürler, Schopenhauer ve Nietzsche gibi özgün filozoflar hep bu dönemde yetişmiş, felsefenin bugünkü kavram ve sorunlarının biçimlenmesine önemli katkılarda bulunan birçok yapıtlar vermişlerdir.


Din Felsefesi.. Din Felsefesinin Temel Kavramları.. Dine Felsefi Açıdan Bakış..



Din Felsefesinin Temel Kavramları Nelerdir?

Din felsefesinin temel kavramları; Tanrı, inanç, kutsal, peygamber, vahiy, dini tecrübe, fıtrat, tevhit, ibadet, iman, yüce, ruh, cennet, cehennem.

Din: Bir kutsala inanan, onun etrafında bir birlik meydana getiren insanların o kutsalla ilgili olan inanç, ibadet ve ayinlerinden oluşan sistemdir. Ayrıca Tanrı'ya, doğaüstü güçlere, çeşitli kutsal varlıklara inanmayı ve tapınmayı sistemleştiren toplumsal bir kurumdur da. Bu nitelikteki inançları kurallar, kurumlar, töreler ve semboller biçiminde toplayan, sağlayan düzene de din denilmektedir.

Tanrı: Zaman ve mekânla sınırlandırılamayan, öncesiz ve sonrasız olan, sınırsız güç sahibi ve her şeyin nedeni, kaynağı, yaratıcısı olan ilk varlıktır. Ayrıca kâinatta var olan her şeyi yaratan, koruyan, tek ve yüce varlık olarak da tanımlanabilir. Tüm var olanlar, onun tarafından yaratılmıştır. Varlığının başlangıcı ve sonu yoktur. O, başka bir şeye benzemez. Kendisine özgüdür ve benzeri yoktur. Başkasına muhtaç değildir. Hayat, ilim, kudret, irade, işitme, görme, söyleme ve yaratma niteliklerine sahiptir. TDK ise Tanrı kavramını şöyle tanımlamaktadır: Kâinatta var olan her şeyi yaratan, koruyan, tek ve yüce varlık.

Peygamber: Tanrı'nın mesajlarını insanlığa iletmek amacıyla Tanrı tarafından insanlar arasından özel olarak seçilen insanlardır. Peygamberler günahsız, doğru sözlü, adil insanlardır. Ayrıca insanlara Tanrı'nın buyruklarını bildiren, onları Tanrı yoluna, dine çağıran kimse olarak da tanımlanabilir. Tanrı’dan haber getiren elçi demektir. Onlar, Tanrı buyruklarını vahiy yoluyla alırlar. Günah işlememek; dürüst, akıllı, anlayışlı, hoşgörülü olmak gibi niteliklere sahiptirler. TDK ise peygamber kavramını şöyle tanımlar: İnsanlara Tanrı'nın buyruklarını bildiren, onları Tanrı yoluna, dine çağıran kimse.

Vahiy: Tanrı'nın peygamberlere bildirdiği mesajlardır. Bir buyruk veya düşüncenin Tanrı tarafından peygamberlere iletilmesi anlamındadır. Evrensel dinlere göre Tanrı’nın peygamberlerine ilhamla, rüya ile, meleklerle veya doğrudan ilahî bilgiler aktarması ve bu yolla aktarılan bilgilerdir. Sözcük, içe doğma anlamına gelir. Bu yolla algılamak peygamberlere özgü bir yetidir. TDK'nin vahiy tanımı ise şöyledir: Bir buyruk veya düşüncenin Tanrı tarafından peygamberlere bildirilmesi.

Mucize:
 Tanrı'nın doğal olaylara müdahalede bulunup bu olayları insan aklının sınırlarının dışında yönlendirmesidir. Peygamberlerin kendilerine inanmayan insanlara peygamberliklerini ispat etmek amacıyla Allah'ın iznine bağlı olarak gösterdikleri olağanüstü olaylara da mucize denilmektedir.
İman:
 Kutsal şeyleri benimsemek, onlar hakkında şüphe duymamak anlamındadır. Tanrı’ya ve onun bildirdiklerine tartışmasız, kesin olarak inanmadır. Genel olarak bütün dinlerin baş koşuludur.

İbadet:
 Dini inançları gereği insanların ortaya koydukları her türlü eyleme ibadet denilmektedir. Bir dinin inanç ve bağlılık gösterilerinin tümüdür. Tanrı
buyruklarını yerine getirmekle gerçekleşir. Bedenle, malla, hem beden ve hem malla yapılanları vardır.

Yüce: 
Tanrı’nın ilksizlik ve sonsuzluk niteliğini gösterir. Kelime anlamı en büyük ve en üstün olan demektir.

Kutsal: 
Tapınılacak derecede sayılan, dinî bir saygının konusu olandır. Sözcük olarak değişmezliği, dokunulmazlığı, kesintisizliği, sonsuzluğu, ölümsüzlüğü, tamlığı, evrenselliği dile getirir ve bu anlamlarıyla mutlaklığı gösterir. Bir toplumda dince yüceltilen ve dünya işlerinden ayrı nitelikte olduğuna, ayrı bir düzen içinde yer aldığına inanılan şeylerin niteliğidir. Güçlü bir dinî saygı uyandıran veya uyandırması gereken şeydir.

Dini Tecrübe: 
Dinî yaşantının kişiye özgülüğünün bir ifadesidir. İlahî varlığa bağlanan kişiyi ondan haberdar eden sezgiler, duygular ve algılardır. Bunlar, benliği derinden etkileyen motifler taşır ki içsel aydınlanma bunların başında gelir.

Fıtrat: 
Bir şeyin yaratılırken kazanmış olduğu özellikler bakımından durumudur. Tanrı'nın evreni bir bütün olarak yaratmış olması da denilebilir.

Tevhit:
 Allah'ın birliğine inanma, bir sayma, bir olarak bakma anlamındadır. Tanrı’nın birliğini bilme ve bu birliğe inanma anlamına gelir.






Din; bilim ve sanat gibi temel insani kurumlardan birisidir. Din felsefesi, felsefe terminolojisine geç girmiş de olsa, felsefenin din üzerinde düşünmesi, felsefenin kendisi kadar eskidir.

Din felsefesi en basit anlamda; din üzerine düşünmek, dini bütün elemanlarıyla beraber (inanç türleri, öğretileri, iddiaları ve tanrı gibi temel kavramlar vb.)  eleştirel, tutarlı, sistemli ve akılsal olarak inceleme konusu yapmaktır.

Din felsefesi din kavramını, en ilkel dini yapılardan (animizm, totemizm vb.) en gelişmiş dinlere kadar (Hıristiyanlık, İslam vb.) çok geniş bir çerçevede ele almaktadır. 


Felsefe ve Din Felsefesi 

Düşünce tarihinde felsefe; dini ve ahlaki bilgilerin, inançların eleştirisi olarak ortaya çıkmıştır. Buna karşın felsefe ve din birbirine karşıt iki bilgi türü değildir. Bu bilgi türlerinin her ikisi de insan ve evren ilişkisini açıklamaya ve anlamlandırmaya çalışmaktadır. Bu iki bilgi türünün çalıştıkları alanlarda benzerlikler çok olduğu için birbirlerinden yararlanmaları da oldukça doğaldır. Felsefe varlığın yapısı hakkında, din ise sonsuzluk hakkında bir arayış içindedir. Felsefe sonsuz olanı ifade etmede kavramları, din ise sembolleri kullanmaktadır.

Din felsefesini daha net bir biçimde tarif etmemiz gerekirse şöyle diyebiliriz: "Din felsefesi; dinin felsefe olarak ele alınması, dinin üzerinde düşünme ve tartışmalarda bulunmaktır." Fakat ortada felsefenin kendi yapısından kaynaklanan bir sorun vardır: her filozofun, kendine göre bir düşünce yapısı ve anlayışı vardır. Felsefeyi tanımlamak ne denli zorsa, felsefenin alt dalı olan din felsefesini de tanımlamak bir anlamda o kadar zordur. Ama birçok filozofun belli konular üzerinde oluşturduğu belli bir disiplin göz önünde bulundurularak: "din felsefesi yapmak, dinin temel iddiaları hakkında rasyonel, objektif, geniş kapsamlı ve tutarlı bir tarzda düşünmek ve konuşmaktır." diyebiliriz.

Din felsefesi yapan kişi, konusuna "rasyonel" olarak yaklaşmalıdır. Yani "tanrının varlığı" ve "ruhun ölümsüzlüğü" gibi kavramları akıl gücünün imkanlarını kullanmaya çalışarak temellendirmelidir.

Felsefeci aynı zamanda din konusuna geniş kapsamlı bir biçimde eğilmelidir. Dinin sorunları üzerinde fikir yürütürken konuyla ilgili tarihi, ilmi, mantıki bütün verileri ele almak zorundadır. Hatta konuya ilişkin karşıt söylemlerin ne olduğuna da bakmalıdır.

Ayrıca filozofun ortaya koyduğu görüşler arasında bir tutarlılığın olması da esastır. Görüşlerde tutarsızlığı görebilmek için oldukça iyi eleştirilere ihtiyaç vardır.

Özellikle bu ve benzeri araştırmalarda dinin lehine ve aleyhine yaklaşmak yerine dini olduğu gibi incelemeye tabi tutmak "objektif" bir biçimde yaklaşmak esas olmalıdır.

Bütün bunların yapılmasındaki tek amaç felsefi yaklaşımın esas olarak dile getirme, açıklama, kaynaştırma, bütünleştirme ve değerlendirmedir. Din felsefesi aynı zamanda dinler üzerinde ciddi araştırmaların yapılması için özel bir basamaktır. Böylelikle din konusunda herkes başıboş bir biçimde kendi özgür görüşlerini, yorumlarını sağa-sola savuramaz.

Din felsefesinin ilgilendiği problemleri şu şekilde sıralayabiliriz:

a) Metafizik ve kozmolojik problemler: Tanrı'nın varlığı ve bu konuyla ilgili lehte ya da aleyhte ortaya sürülen akli deliller, evrenin yaratılışı, insanın evren içindeki yeri ve önemi, vahyin imkanı, ölümden sonra hayat ve ruhun ölümsüzlüğü...

b) Epistemolojik problemler: Evrenle ilgili bilgilerimizden tanrının bilinmesine gitme çabalarının epistemolojik değeri, bir bilgi kaynağı olarak vahiy ve dini tecrübe, inanma, bilme, şüphe etme, zan, yakin ve benzeri kavramların epistemolojik tahlil ve tenkidi, temel dini hükümlerin doğrulanması ve yanlışlanması...

c) Dini hükümlerin dil ve mantık açısından eleştiri ve incelenmesi, din dilinin mantık açısından durumunun belirlenmesi...

d) Dinin ahlak, sanat ve ilimle olan ilişkileri, bütün insan tecrübelerinin organik bir bütünlüğe kavuşturulması ve yeni dini düşünme sisteminin oluşturulması çabaları...

e) Dinsel simgeselliğin anlamı ve önemi...



Dine Felsefi Açıdan Bakış, Dinin Felsefi Temellendirmesi

Felsefe dini konu edinirken onun üzerine eleştirel, akılcı ve bütüncül bir bakış sergiler. Dinin felsefi temellendirmesinde dinin temel iddiaları hakkında rasyonel (akılcı), objektif, kapsamlı ve tutarlı bir tarzda düşünülmesi gerekmektedir.

1. Felsefe dine rasyonel açıdan bakmalıdır. Yani dinin ana iddialarını akla dayalı olarak açıklamalıdır.

2. Felsefe dini temellendirirken konuyu olabildiğince kapsamlı ele almalıdır. Yani dinin temel iddialarını açıklamaya çalışırken tek taraflı yaklaşım sergilemeyip karşıt görüşlere de yer vermesi gerekir. Mesela; Tanrı’nın varlığı sorununa “Tanrı vardır” diyen teizm görüşünün yanında “Tanrı yoktur.” diyen “ateizm” veya “Tanrı bilinemez.” diyen agnostisizm görüşlerine de yer vermesi.

3. Felsefenin dine bakışı tutarlı olmak zorundadır. Tutarlılık ileri sürülen bir düşüncenin kendi içinde çelişkisiz olması demektir.

4. Felsefe dini temellendirirken, nesnel (objektif) olmak zorundadır. Yani taraf tutmaması gerekir.




13 Aralık 2014 Cumartesi

Friedrich Wilhelm Nietzsche Kimdir? Felsefesi Neidr? Ne İle İlgilenmiştir?

(d. 15 Ekim 1844 - ö. 25 Ağustos 1900)

"Güç İstenci", "Üstinsan", "Bengidönüş" gibi özgün fikirlerle tanınan var oluşçu Alman filozofudur.

Nietzsche'nin felsefe öğretisi, kendi çağına tümden bir karşı çıkış olarak görülmektedir. Kendisinin bütün derdi, insanı akılcılığın kıskacından kurtarıp kendisi üzerinden düşünmesini sağlamaktır. Ona göre Tanrı ölmüştür ve insanlar Dünya'da yapayalnız kalmışlardır. Bu yüzden insanlar Tanrı'dan bekledikleri umut ve istekleri bir kenara bırakıp kendilerini Dünya'ya adamalılar. Böylelikle düşünce ile yaşam arasında bağ kurulması daha kolay olur.

Nietzsche, insanlara yeni değerler getirmeye çalışarak güçlü insanların egemenliğinde, çoğunluktan ibaret olan ve sürü olarak nitelendirdiği insanlıkta ilerlemenin mümkün olduğunu ileri sürmüştür. Sürü kendini feda ederek üst insanı belirleyecektir. Üst insan benim diyebilen, kendi gözleriyle gördüğü gerçekliği belirleyen insan olarak görülmektedir. Bütün varlığın temelinde daha güçlü olmaya yönelik irade vardır. Nietzsche'ye göre, insanoğlu sadece kendini korumak ve yaşamak istemez aksine asıl isteği daha da güçlü olmaktır.

Din, ahlak, çağdaş kültür, felsefe ve bilim gibi konularda eleştiriler yazmıştır. Nietzsche'nin etkileri felsefede, egzistensiyalizm ve postmodernizm üzerinde olmuştur. O, değerlerin göreceliğini savunmuş, "iyi" ve "kötü" kavramlarına saldırmıştır.

Kıta felsefesinde ve analitik felsefede alternatif yollar göstermiştir. Yaşamı olumlama, bengi dönüş, anti platonizm onun felsefesinin temel taşlarıdır.

Nietzsche, erken ölümü ve hastalığı nedeniyle, "ne ahlaksal idealini, ne de trajik şiirini gerçekleştirebilmiştir.


Friedrich Wilhelm Nietzsche ve "Tanrı Öldü" Deyişi
"Tanrı öldü", Nietzsche'nin en popüler sözüdür. Bu düşünceyi Nietzsche, ilk kez Şen Bilim adlı eserinde dile getirmiştir. O dönemin koşullarına göre yorumlanması gereken "Tanrı'nın Ölümü" düşüncesini, kendi tabiriyle bir kaçığın ağzından duyurur. Gündüz vakti elinde fenerle dolaşıp "Tanrı öldü! Tanrı öldü!" diye bağıran bir delinin ağzından, Tanrı'nın ölümünü ilan eder.

Nietzsche "Hiçbir adalete sığmayan, sayısız çatışma ve acılar iyi bir Tanrı'ya nasıl mal edilebilir?" düşüncesinden yola çıkarak, Tanrı'nın ölümünün insanın anlaşılmaz olan doğasını yenmesi için ve üst insan'a ulaşılabilmesi için bir mecburiyet olduğunu savunmuştur.

Tanrı'nın, insanı yeryüzüne acı çekmesi için yolladığına inanır. Nietzsche bunu Empedokles adlı eserinde de vurgulamıştır. Nietzsche'ye göre "Sanatçı Tanrı" kendisini Yunanlıya bir model olarak sunar. Onun kendisine bir şekil vermesini, mermerin ya da taşın içinde gizli kalan heykeli çıkarıp, sonra da gerçekleştirilen bu sanat yapıtının tadına varmasını önerir. "Hıristiyan Tanrı" ise emredicidir. İnsanın dünya nimetlerinden faydalanması yerine, çile çekmesini ister. "Tanrı'yı yadsıyoruz, Tanrı'nın sorumluluğunu yadsıyoruz ve böylece, yalnızca dünyayı biliyoruz." Nietzsche olaylar sonrası insanların Tanrı'yı suçlamayarak suçu dünyaya bulmalarının yanlış olduğunu düşünmüştür. Nietzsche'ye göre geliştirmiş olduğumuz tüm değerler, dünyanın gerçek doğasını görmemizi engellemek amacıyla geliştirilmiş araçlardan başka hiçbir şey değildirler.

Bununla beraber, bu araçlar bizim için dayanılması zor bir dünyayı dayanılabilir kılabilmeye hizmet ederler. Bu hizmet yıllardır dinlerin var oluşu ile de desteklenmektedir. Dinler bize öbür dünya gibi güzel vaatler sunarak, bize bu dünyada yapmamız gerekenleri buyururlar. Bu buyruklar, insanların özgür ve başkaldıran doğasını yok etmeye onları birer sürü parçası haline getirmeye yöneliktir.

Nietzsche Tanrı anlayışına ve hayatı katlanılabilir kılan araçlara karşı çıkar. Öte yandan, bunlar var olmadan yaşamanın ne kadar zor olduğunu ve ne kadar yüksek düzeyde hayat ve birey bilinci gerektirdiğini söyler. İşte onun istediği de budur. Bilime ve dine hizmet edenler bu noktada birbirinden farklı değillerdir. İkisi de bu araçların ve vaatlerin tekrar tekrar insan hayatına girmesine ve insanların bunlara körü körüne bağlanmasına neden olurlar.

İnsanlar bu araçlardan kurtulup zorla bir gereklilik kazandırılmış dünyadan sıyrılmalıdırlar. Tanrı ölmüştür; çünkü insan kendi hareketlerini yönlendirebilecek düzeydedir. Fakat tahmin edildiği gibi Nietzsche bu durumdan tam bir çıkış önermez. Bu çıkışı insanların başarabileceğini söyler.

Tanrı'nın ölümünü büyük bir reddedişe ve kendi üzerimizde sürekli bir zafere dönüştüremezsek, bu kaybın bedelini ödemek zorunda kalırız.

Ek Bilgiler

Friedrich Nietzsche'nin var oluşa yönelik en büyük amaç ve umut olarak ortaya koyduğu Üstinsan (Übermench) kavramının çıkış noktası, insanlığın ortak ve içsel dünyasında gerçekleşen bir krizdir: "Tanrı'nın ölümü!" 

Bu kriz, Nietzsche'nin ölümünden bir asır sonra bile hala daha tartışılmaktadır. Kimi yorumcular, Nietzsche'nin insanlığa dair tanımladığı bu krizi ateizme yormuş, kimileri bu krizi Hıristiyanlık'a karşı özel bir ayaklanma olarak görmüş, kimileri de nihilizmle insan varlığının ve özünün değerinin dibe vurmasını tanımlayan bir slogan olarak algılamıştır. 

Bu tür faklı görüşlerin sebebi, elbette yine Nietzsche'den kaynaklanmaktadır; çünkü hiçbir zaman anlaşılma kaygısı taşımayan Nietzsche, farklı konuları ayrı ayrı ve farklı eserlerinde -kimi zaman çelişkilerle- ele alan Nietzsche, eserlerini tümcül bir yaklaşımla okumayan okuyucuları fazlasıyla yormuş, yanlış çıkarımlara itmiştir. Belki de bu sebepledir ki, en uç kitleler ve gruplar dahi -örneğin Anton Lavey ve müritleri, ... ve Neo-Naziler, hatta kimi Heavy Metal müzik grupları, Anarşistler, Nietzsche'nin "Tanrı'nın Ölümü" savını/sloganını farklı boyutlara çekebilmiş, özü itibariyle değeri ve hiçbir anlamı olmayan yorumlar yapabilmişlerdir. Bu sebeple "Tanrı'nın Ölümü" krizinin açık ve net bir şekilde yorumlanması, oldukça zordur. Belki de bu kadar uç noktalarda bu kadar farklı algılanan tek düşünür Nietzsche'dir. Adolf Hitler'in siyasetinde yorumlanmasından, Mussoloni'nin vahşetinden de anılır olmasından tutun da günümüz saygın felsefecilerinden Ahmet İnam'ın "Gönül Felsefecisi-Mümin" olarak yorumu, oldukça ilginçtir. 

Konunun Nietzsche'yi yorumlayanlar tarafından tartışılmayan tek ortak noktası, Nietzsche'nin, nihilist bir dünya anlayışının dönemde ve dönemin sonrasındaki dünyada, toplumsal açıdan büyük yıkımlara neden olacağını haber vermesi ve yeni bir kutsal anlam/değer arayışına girmesidir. Nietzsche'nin ortaya koyduğu trajik felsefenin başlangıcı, Tanrı'nın ölümünün ilanıyla başlar. Fakat ortada fazlasıyla yanlış anlaşılan önemli bir detay vardır; Tanrı'yı öldüren Nietzsche değil, tersine insanlıktır. İnsanoğlu, yaşamın değerini her asırda biraz daha küçültmüş, varoluşunun en temel şartı olan Tanrı'ya inancı lekelemiştir. Hayata, yaşama atfedilen her türlü değer ve anlam, oysaki Tanrı inancıyla oluşturulmuştu. Fakat insanoğlu öyle bir noktaya gelmişti ki, en kutsal yaşama azmini bulduğu inancını kaybetti. Bu sebeple insanoğlu kendine gitgide yabancılaştı. 

Nietzsche, insanlığın bu dramatik yazgısını önceden kestirebilmişti. Bu kutsal ilanın zamanı olmadığını bile bile, kendini anlayabilecek kulaklar arayıp durdu. Değer krizinin ilanını ve Tanrı'nın ölümünü belki de isteyecek en son kişiydi. Fakat Nietzsche'nin tabiriyle bir "kaçık", günün birinde, öğle öncesi aydınlığında elinde feneriyle pazar yerinde "Tanrı'yı arıyorum!..." diye bağırana kadar bu sesi kimse işitmemişti. İşitenlerde hep duymamazlıktan geldi. Bir asırı geçkin bir süredir insanlık bu çığlığı yeni yeni anlamakta; Fakat ardında iki büyük dünya savaşının ağırlığını, yorgunluğunu taşıyarak... Yeniden ve panik şekilde toparlanmaya çalışarak... Belki de dünya tarihinde en çok o dönem Tanrı unutulmuştu.

Nietzsche, Şen Bilim adlı eserinde Tanrı'nın öldüğünü bir kaçığın ağzından şöyle duyurur:

"Öğle öncesi aydınlığında bir fener yakan, pazar yerinde koşarkan durmadan 'Tanrı'yı arıyorum...Tanrı'yı arıyorum..." diye bağıran kaçık adamı duymadınız mı? Oradakilerin çoğu, Tanrı'ya inanmayanlar olduğu için onun böyle davranması, büyük bir kahkahanın patlamasına yol açtı, onu kışkırttılar. 'Ne, yolunu mu şaşırmış?' diye sordu birisi. Bir başkası 'Çocuk gibi yolunu mu kaybetmiş' dedi. 'Yoksa saklanıyor mu bizden?', 'Bizden korkuyor mu?', 'Yolculuğa mı çıkmış?', 'Yoksa göçmüş mü?'. Onlar birbirine böyle bağırarak güldüler..."[1]

Kendine yabancılaşmış, hastalıklı bir Tanrı'nın ölmesi zaten normaldi. Doğumundan itibaren insanı günahkar sayan, insanlara acıyan ve onlara acımalarını öğütleyen bir Tanrı; Tüm hakikati öte dünyaya göçeren. Özellikle Hıristiyanlık'a karşı büyük bir mücadele veren Nietzsche bu tavrı, Katolik tarihçiler tarafından hep çarpıtılmış ve Hıristiyanlıkla birlikte tüm dinlere karşı bir tavır sergilenmiş gibi bir lanse durumu söz konusu olmuştur. Oysa Nietzsche, kökenini soygu içgüdülerden alan yaşamı sıkı sıkıya "Kutsal bir evet" ile onaylayan, hayatın gelişimini sağlayan tüm dinlere büyük bir saygı göstermişti. 

"Bizi farklı kılan, tarihte, tabiatta veya tabiatın arkasında hiçbir Tanrı tanımamamız değil, Tanrı diye hürmet edileni, Tanrı'ya benzer bulmamamızdır! Bunun yerine acınası,, garip, zararlı olduğunu ve yalnızca hata değil, yaşam karşısında suçlu olduğunu bulmamızdır!..." [2]

Nietzsche'nin bu sözleri, bizzat Hıristiyan inancını hedef alır. Nietzsche "Tanrı'yı yadsıyoruz" derken bile, akabinde Hıristiyanlık'tan bahsedip, niyetini ortaya koyar. Peki neden Hıristiyanlık'a karşı böylesine bir öfke taşımaktadır? Bunun cevabını yine Nietzsche verir:

"Bana göre Hristiyanlık, yozlaşmanın en uç biçimidir ve algılanabilecek nihai bir yozlaşmanın istemine sahiptir!" [3]

Bu noktada ülkemizin saygın felsefecilerinden Prof. Dr. Ahmet İnam'dan bir alıntı yapmak istiyorum:

"Nietzsche bana göre dinsiz bir adam değil. Tanrı öldü diyor ama o tamamen Hıristiyanlıkla kavgası olduğu için. Bir güce inanıyor. Nietzsche’nin Tanrı’ya inandığını söyleyebilirim. Orada bizim gücümüz var. Batı’nın Nietzsche’sini ben kendi gözümle yorumlayabilirim. Hüzzam makamında ona şarkı yazabilirim. Sanki Nietzsche deyince mutlaka senfoni yazmamız gerekiyor. Türkü de yakabilirim. Onun ıstırabını anlayabiliyorum. Dolayısıyla ben Nietzsche’yi hep kafasında fes, bizim 19. yüzyıl İstanbul’unda yaşayan bir insan olarak düşünürüm. Bana Nietzsche dervişvâri biri gibi gelir..." [4]

Tanrı inancı, insanlığın ilkel çağlarından bugüne insanlığın en temel ideali, değeri, anlamı olmuştur. İnsanlık, sadece Tanrı inancı ile hayata tutunabilmiş, semboller dünyasında kendine bir amaç, bir hedef belirleyebilmiştir. Özellikle de Aydınlanma hurafesi* adı altında süregelen içi boş serüvenle birlikte insanın her geçen gün kendine yabancılaşması, eş zamanlı olarak dönemin Avrupa'sında Hıristiyanlık'ın her geçen gün insanın değerini alçaltması, Tanrı'yı ölüm döşeğine bizzat mahkum eden önemli sebeplerdendir. 

En kutsal, en yüce değerini her geçen yitiren insanoğlu, nihilizmin varlığın özünü hiçe indiren, hakikati yok sayan bataklığına saplanmış, yeni bir değer, yeni bir anlam arayışına girişmiştir. Zerdüşt, bu noktada yeni bir anlam tasarısı içine girerek dağından şehirlere iner. Lakin kimse Tanrı'nın öldüğünü duymamıştır. Dağdan inerken karşılaştığı mümin ihtiyar bile:

"Zerdüşt dağdan yalnız olarak indi ve yolda kimseyle karşılaşmadı. Fakat ormana ulaştığında, karşısına ormada ağaç kökü toplamak için mukaddes kulübesinden ayrılmışbir ihtiyar çıktı... "Peki bir ermiş ormanda ne yapar?" diye sordu Zerdüşt. Ermiş şöyle dedi : "Şarkılar söyleyerek, ağlayrak, gülerek ve hatta homurdanarak benim olan Tanrı'yı överim... Ayrıldı ermişle Zerdüşt iki çocuk gibi gülümseyerek. Ne ki yalnız kalınca Zerdüşt, kendi kendine şöyle seslendi : Mümkün olabilir mi böyle bir şey? Henüz işitmemiş olabilir mi ormanda yaşayan bu mukaddes ermiş, Tanrı'nın öldüğünü?" [5] **

Mümkündü... Tanrı'nın öldüğünü ormandaki ermişten tutunda şehirdeki panayırın sineklerine kadar kimse duymamıştı. Uzun bir zaman aralığında da kimse duymayacaktı. Fakat Nietzsche'nin de yanıldığı bir nokta vardı; Yozlaşan Tanrı / Allah inancını eleştirip, Tanrı'nın öldüğünü yüzyıllar öncesinden "Enel Hakk" diyerek ilan eden, bu hakikati bizzat dile getirip derisi yüzülerek öldürülen insanlar vardı. Öyle ki Nietzsche henüz doğmamışken, Anadolu'da birileri insandan ötesini tasavvur edebilmiş; Amacı mutlak yaratıcıyla tümleşme yolunda, "İnsan-ı Kamil" olarak ortaya koyabilmişlerdi. İnsanı Hakikat kapısını aralamaya çağıranlar, Nietzsche'den önce çok can yitirmişti.*** 

Fakat Nietzsche, özü itibariyle İslam'ın özüne saygı duyduğunu, hayata ve insana verdiği "erkekçe" değer dolayısıyla Hıristiyanlığı binlerce kez küçümsemeye hakkı olduğunu dile getirmiştir; Kendini Hıristiyanlığa karşı Deccal olarak ilan ettiğinde bile:

"Eğer Müslümanlık, Hıristiyanlığı küçümsüyorsa bunu yapmakla binlerce kez haklıdır. Çünkü Müslümanlık insana değer verir (...) Hıristiyanlık, eski kültürün mirasını bizden çaldı.Sonra da bizi, İslam kültürünün mirasından yoksun bıraktı.Temelde bize, Grek ve Roma'dan daha yakın olan ve doğrudan duyu ve zevkimize hitap eden İspanya'nın muhteşem Magribi kültürü ayaklar altında çiğnendi.Neden? Çünkü soyluydu, çünkü kökenlerini insanca içgüdülerden alıyordu." [6]

İnsanoğlu artık katildi ve eline bulaşan, Tanrı'nın kanıydı. Belki bir kaçık bunu ifade etmeye çalıştı, lakin zamansızdı, daha gelmemişti büyük öğle; Ve dağdaki yalnız çınarın beklediği yıldırım. Nietzsche'nin dilinden konuşan o kaçık, insanı, değer yıkımından dolayı altüst edecek, hiçleştirecek geleceği görebiliyordu. Ve şöyle diyordu, kendini alaycı gözlerle izleyen panayırın sineklerine:

"O'nu biz öldürdük, sizlerle ben! O'nun katiliyiz hepimiz. Ama bunu nasıl yaptık? Denizi kim içebilir? Bütün çevreyi silmemiz için bize bu süngeri kim verdi? Onu güneşin zincirlerinden kurtarırken ne yaptık biz yeryüzünde? Nereye gidiyor şimdi dünya, biz nereye gidiyoruz? Bütün güneşlerden uzağa mı? Sürekli, boş yere geriye, öne ve yana, bütün yönlere atılıp durmuyor muyuz? Üst alt kaldı mı? Sanki sonsuz bir hiçte yolumuzu yitirmiyor muyuz? Boş uzayın soluğunu duymuyor muyuz? Hava giderek soğumuyor mu? Giderek daha çok, daha çok gece gelmiyor mu? Öğleden önce fenerleri yakmak gerekmiyor mu? Tanrı'yı gömen mezar kazıcılarının çığlığından başka bir ses duyuyor muyuz? Tanrı'nın çürümesinden başka bir koku duyuyor muyuz? Tanrı öldü! Tanrı öldü! O'nu öldüren biziz! Bütün katillerin katili olan biz, nasıl avunacağız?" 

10 Aralık 2014 Çarşamba

İlk Çağ Yunan Felsefesi..

İlk Çağ felsefesi, genel anlamda MÖ 700'lerden başlayıp M.S. 500'lere kadar olan dönemdeki felsefi gelişmeleri kapsamakta ve Antik Çağ felsefesi ile aynı anlamda kullanılmaktadır.ßu görüş, doğu felsefesi ile batı felsefesi arasında kesin bir ayrın varsayıldığında özellikle geçerli bir felsefe tarihi anlayışı olmaktadır.Ancak ilk çağ felsefesi başka bir açıdan Antik Çağ felsefesinden önceki dönemden itibaren gerçekleşen, felsefenin bilgelikyaşam bilgeliği anlamına geldiği felsefe anlayışını da ifade eder.Bu anlamda felsefe, daha çok doğu felsefesi olarak bilinen felsefelerde MısırMezopotamyaİranÇin ve Hint felsefelerinde şekillenmiş, Antikçağ felsefesiyle bilinen anlamdaki felsefe geleneği başlamış olmaktadır.Buna göre, ilk çağ felsefesi denildiğinde bütün bu felsefe gelenekleri ve sürecleri dahil olmaktadır.MÖ 15.yüzyıl İran'ına kadar uzanmaktadır bu anlamda felsefe tarihi.Öte yandan belli başlı felsefe tarihi kitaplarıysa, genel bir yaklaşım olarak İlk Çağ felsefesi ile Antik Çağ felsefesini aynı anlamda ele almaktadırlar. Antik Yunan,Hellen ve Roma felsefesinin belli bir dönemi bu anlamda Antik Çağ felsefesi ya da ilk çağ felsefesi olarak adlandırılmaktadır ve bu adlandırma yaygın bir eğilimdir.

MİLET OKULU

Milet Okulufelsefe tarihinde hem felsefenin başlangıç evresini oluşturur, hem de doğa felsefesi olarak adlandırılan felsefi eğilimin öncüsüdür.
MÖ 600'lerde ortaya çıkmış ilk sistemli düşünme ve varoluşu temellendirme çabalarını ortaya koymuştur. Daha sonra SokratesPlatonAristoteles gibi sistematik felsefenin kurucuları olan filozoflar bu okulun açtığı düşünce gelişimini değerlendirecektir.
Bu okulun ilk ve felsefenin öncü ismi Thales'tir. Bir anlamda Aristotales'ten itibaren felsefe tarihi Thales'ten itibaren başlatılarak yazılır -özellikle Batı felsefesi tarihi. Thales mitolojiyle karışık bir şekilde her şeyin temelinde bulunan ilk nedeni, başı ve kaynağı (arkhe) olan şeyi bulmaya yönelir ve buna karşılık ilk neden olarak suyu gösterir. Bir doğa filozofu olarak maddesel bir açıklama getirir. Thales'in önemi asıl olarak cevabı değil sorduğu sorulardır ve bunlarla birlikte görüşlerini deneylere ve düşünsel işlemlere dayandırma çabasıdır.
Onun ardından Anaksimandros gelir. Thales'in öğrencisi olmuş ve felsefi bir yönde doğa felsefesini gelişimini etkilemiştir. Arkhe sorunu onun için de belirleyici olmuştur. Onun bu konuda bulduğu cevap, ana ve ilk maddenin sonsuz olması gerektiği yönündedir, ki kavramın felsefeye girişi önemlidir, üstelik Anaximandros sonsuzu ilk olarak maddesel bir temelde açıklamaya yönelir.
İlk doğa felsefesinin ve dahası felsefenin bu ilk oluşum halinin güçlü okulu olarak kabul edilen Milet Okulu'nun sonuncu ismi Anaximenes'tir. Anaximandros'un öğrencisi olarak yetişmiş ilkçağ felsefesinin SON dönemlerine kadar bilinen bir felsefeci olarak yer almıştır. O da diğerleri gibi arkhe sorunu üzerinde durur ve doğa ve maddi temelde açıklar. Anaksimenes diğer iki filozofta beliren düşünceleri birleştiri gibi görünür; anamaddenin hem birlikli bir şey hem de sonsuz bir şey olması gerektiğini belirtir, arkhenin hava olduğunu belirtir.
Milet okulu, temsilcileri doğa filozofları olduğu ve sorularına madde temelli yanıtlar aradıklarından dolayı, başka bir açıdan da materyalist felsefenin ilk öncüsü sayılır.

8 Aralık 2014 Pazartesi

Gottfried Wilhelm Leibniz Kimdir? Felsefesi Nedir? Ne İle İlgilenmiştir?


Gottfried Wilhelm Leibniz (1 Temmuz 1646 – 14 Kasım 1716) Alman matematikçi ve filozoftur. Matematik tarihi ve felsefe tarihinde önemli bir yer tutar. Leibniz Isaac Newton’dan bağımsız olarak Sonsuz Küçükler Hesabı’nı geliştirdi ve Leibniz’in formülü yayınlandığından bu yana geniş bir çapta kullanıldı. Geliştirdiği türdeşliğin aşkınsal yasası ve süreklilik yasası 20 yüzyılda matematiksel karşılık buldu (standart dışı analiz aracılığıyla). Mekanik hesaplayıcılar alanında en üretken insanlardan biri oldu. Pascal’ın hesaplayıcısına otomatik çarpma ve bölme fonksiyonlarını eklemeye çalışırken, 1685’te çarklı hesaplayıcıyı ilk tanımlayan insan oldu ve aritmometre -ilk toplu üretilen mekanik hesaplayıcı-  kullanarak Leibniz çarkını icat etti. Ayrıca ikili sayma sistemini rafineleştirdi, bu çalışması tüm dijital hesaplayıcıların soyut temelini oluşturdu.
Leibniz felsefede optimizmi ile tanınır. Örnek olarak, evren hakkındaki çıkarımı, sınırlı bir algıyla büyük olasılıkla tanrının yaratılmış olduğudur. Leibniz, Rene Descartes ve Baruch Spinoza ile beraber rasyonalizmin 17. yüzyıldaki en büyük savunucularından biri oldu. Leibniz’in çalışmaları öncelikli olarak modern mantık ve analitik felsefe üzerine yoğunlaşmıştı, fakat felsefesi skolastik geleneği de irdeledi. Çıkarımları ampirik kanıtlarla değil, geçerli sebeplerin ilk prensipleri ve öncel tanımları ile oluşturuldu. 
Leibniz fizik ve teknolojiye büyük katkılar sağladı ve öngördüğü kavramlar çok daha sonra felsefe, olasılık teorisi, biyoloji, tıp, jeoloji, psikoloji, dil bilim ve bilgisayar bilimi alanlarında su yüzüne çıktı. Felsefe, politika, hukuk, etik, teoloji, tarih ve filoloji alanlarındaki çalışmalarını yazdı. Leibniz’in bu tüm bu alanlara yaptığı katkılar çeşitli mecmualara, on binlerce mektuba ve yayınlanmamış el yazılarına dağılmıştı. Yazılarında birkaç dil kullandı, fakat öncelikli olarak Latince, Fransızca ve Almanca dillerinde yazdı. Leibniz’in tüm yazılarını

Felsefi ilkeleri

Leibniz’ın ilgilendiği ilkeler (felsefenin yedi temel ilkesi):
  • Özdeşlik/karşıtlık. Eğer bir önerme doğruysa, o zaman tersi de yanlıştır.
  • Ayırt edilemeyeceklerin özdeşliği. İki farlı şeyin tüm özellikleri ortak olamaz. Eğer x’in olan her söylem aynı zamanda y’nin ise, x ve y özdeşlerdir. ; iki şeyin farksız olduğunu varsaymak, tek bir şeyin iki ismi olduğunu varsaymaktır.
Ayırt edilemeyeceklerin özdeşliği "genellikle Leibniz’in yasası olarak bilinir. Büyük tartışmalara ve eleştrilere yol açmıştır, özellikle de parçacık felsefesi ve quantum mekaniği üzerinde.
  • Yeter neden; "Yeterli bir sebep olması gerek [genellikle tanrı olarak bilinen] varolan her şey için, meydana gelen her olay için, elde edilecek her gerçeklik için."
  • Önverili Harmoni. "Her maddenin düzgün doğası gösterir ki birine olan hepsine olana tekabül eder, aralarında direkt bir ilişki olmasa da."
(Discourse on Metaphysics, XIV) Düşen bir bardak kırılır, yerin etkisinin bardağı parçalanmaya zorlamasından dolayı değil de,  bardağın yere düşeceğini “bilmesi”nden dolayı..
  • Süreklilik yasası. Natura non saltum facit.
  • Optimizm. "Tanrı her zaman en iyisini seçer."
  • Çokluk. "Leibniz özgün olan ihtimalleri, tüm ihtimallerin dünyasından en iyisinin hayata geçireceğine inanmıştır ve Théodicée’de bu tüm ihtimallerin dünyasının en iyisinin tüm ihtimalleri içerdiğini  sonsuzluğa dair sınırlı deneyimimizin doğanın mükemmeliyetine karşı çıkmak için bir sebep vermemesiyle öne sürmüştür. Leibniz fırsat buldukça herhangi bir ilkenin savunmasını vermekle uğraştı, ama çoğu zaman onlara kesin gözüyle baktı.

Zerreler

Leibniz'in metafiziğe yaptığı en bilinen katkı, Monadologie’de ortaya çıkan, zerreler teorisidir. Leibniz’a göre, zerreler bulanık algılı temel parçacıklardır. Zerreler René Descartes’ın parçacığın mekanik felsefesiyle karşılaştırılabilir. Zerreler evrenin nihai başlangıcıdırlar. Zerreler “oluşun önemli biçimleri” sözü edilen özelliklerle beraber: onlar ebedilerdir, parçalarına bölünemezler, özgün, kendi yasalarına tabidirler, etkileşime girmezler ve her biri ön verili bir harmonide tüm evreni yansıtır (Panpsixzm’in tarihsel olarak önemli bir örneği). Zerreler kuvvetin merkezleridir; töz kuvvetti, uzay, madde ve hareket sadece birer fenomen iken. Zerrelerin ontolojik özü, onun indirgenemez basitliğidir. Atomların aksine, zerreler hiçbir maddesel veya uzamsal özelliği yoktur. Ayrıca onları atomlardan ayıran bir diğer şey ise tümüyle karşılıklı bağımsızlıklarıdır, yani zerreler arasındaki etkileşim sadece görünürdür. Önverili Harmoni ilkesine binaen değil de, her zerre önceden hazırlanmış kendine mahsus bir dizi talimatı izler, böylece her zerre ne yapacağını her an “ bilir”. ( Bu “talimatlar” atomaltı parçacıklara talimat veren bilimsel yasaların bir benzeri olabilir.) Bu esas talimatlar nedeniyle, her zerre evrenin küçük bir aynasıdır. Zerreler "küçük” olmak zorunda değildirler; Örneğin, özgür iradenin problemli olduğu durumlardaki her insanoğlunu  bir zerre oluşturur.

Tanrıbilim ve optimizm

(Burada “OPTİMİSM” kelimesi, “olumlu bir umutluluk hali”nden ziyade “en uygun” manasında kullanılmıştır). Tanrıbilim, bunların (kusurlu yapıların), ihtimal dahilindeki bütün dünyalar için en uygun seçenek olduğu iddiasıyla, dünyanın bariz kusurlarını meşrulaştırma çabasındadır.  Her şeyi bilen, en güçlü olan -ve daha iyisini yaratmak kendince mümkünken kusurlu bir dünya yaratma ihtimali olmayan- Tanrı tarafından meydana getirildiği için, bu dünya en dengeli ve en iyi ihtimaldir. Aslına bakılırsa, bu dünyadaki tanımlanabilir aşikar kusurlar; ihtimal dahilindeki bütün dünyalarda var olmalıdır; çünkü aksi takdirde Tanrı bu kusurları içermeyen bir dünya yaratmayı yeğlerdi. Leibniz, teolojinin ve felsefenin su götürmez doğrularının birbiriyle çelişemeyeceğini iddia eder. Çünkü; gerekçelerin de inancın da tanrının nimetleri olduğunu, dolayısıyla aksini iddia etmenin, Tanrı’nın kendisiyle çeliştiği anlamına geleceğini söyler Tanrıbilim, Leibniz’in kendine has felsefi sistemiyle Hristiyanlığın temel ilkelerine ilişkin yaptığı tefsirleri uzlaştırma teşebbüsüdür. Bu proje, motivasyonunu Leibniz’in inancından aldı, Aydınlanma döneminde birçok muhafazakar filozof ve din bilimci tarafından paylaşıldı; en azından, Hristiyanlık dininin çağdaş ve aydın tabiatı içinde, Hristiyanlık ve Batı temelli olmayan ilkel inanışlar için yapılan kasıt güdülen kıyaslamalarda tanımlandı. Aynı zamanda Leibniz’in insan tabiatının mükemmelliği (Şayet insanlık, doğru felsefe ve teoloji konularında güvenilir bir kaynak olarak kabul edilirse) ve metafiziksel gerekliliklerin ussal ve mantıksal bir yapıya dayandırılması gerekliliğine (Her ne kadar bu metafiziksel nedensellik fiziksel gerekliliklerden ötürü açıklanamaz gibi gözükse de. Zira doğa yasaları bilim tarafından tanımlanır) ilişkin inanışlarıyla şekillendi. Çünkü gerekçeler ve inanç uzlaştırılmalıdır ve bir nedenle açıklanamayan inanç ilkeleri reddedilmelidir. Leibniz daha sonra, Hristiyan teizminin temel eleştirilerinden birine başvurdu: Şayet Tanrı en büyük, en iyi ve en bilge ise, şeytan Dünya’ya nasıl geldi? Leibniz’in yanıtı şöyleydi: Tanrı sınırsız bir bilgeliğe ve güce sahip olduğu halde, onun beşeri yaratıları, yaradılışları gereği kısıtlı bilgiye ve güce sahiplerdi. Bu durum, insanın yanlış inançlara kapılmasına, yanlış kararlar vermesine ve girişimlerinde etkisiz pratiklerde bulunmalarına ortam sağlar. Tanrı, insanlara keyfi bir şekilde acı ve elem yaşatmaz, bunun yerine, ahlakı şeytan(günah) ve fiziksel şeytan(acı)’yı var etti.

Sembolik Düşünce[değiştir | kaynağı değiştir]

Leibniz insan muhakemesinin önemli bir kısmının hesaplamalara indirgenebileceğine inandı ve bu hesaplamalar düşünce farklılıklarını çözümleyebilirdi :
Muhakemelerizi arındırmanın tek yolu onları matematikçilerin ele aldığı gibi somutlaştırmaktır, böylelikle hatalarımızı tek bakışta bulabilir ve bireyler arasında ihtilaf çıktığında bunu söyleyebiliriz : Hadi hesaplayalım [calculemus], telaşa mahal vermeden kimin doğru olduğunu görebilmek için.
Leibniz’in sembolik mantığa benzeyen kalkulus muhakemecisinin bu tür hesaplamaları mümkün kıldığı görüldü. Leibniz, şu an el ile sembolik mantığı filizlendirmek –dolayısıyla kendi kalkulusunu- amacıyla okunabilecek muhtırayı yazdı. Fakat Gerhard ve Couturat bu yazıyı modern resmi mantık Frege’nin Begriffsschrift’inde, Charles Sanders Peirce ve öğrencilerinin 1880’lerdeki yazılarında ortaya çıkana kadar  yayınlamadı. Böylelikle Boole ve De Morgan bundan çok sonra 1847’de bu mantığa başladı.
Leibniz sembollerin insan kavrayışında sembollerin önemli olduğuna inandı. İyi simgelerin geliştirilmesine çok önem verdi ve bu simgeleri matematik üzerine yaptığı buluşlarına atfetti. Sonsuz küçükler hesabı için geliştirdiği simge, bu konudaki yeteneği üzerine örnek gösterilebilir. 19. Yüzyıl’da göstergebilimin öncüsü C.S. Peirce Leibniz’in sembol ve simge tutkusunu paylaştı ve bunların matematik ve mantıkta esas olduğuna inandı.
Fakat Leibniz spekülasyonlarını daha da ileriye götürdü. Karakteri herhangi bir şekilde yazılmış sembol olarak tanımlarken, “gerçek” karakteri bir düşünceyi direkt olarak temsil eden sembol olarak tanımladı ve bu bir kelimenin düşünceyi somutlaştırması kadar basit değildi. Mantık simgeleri gibi gerçek karakterler muhakemeyi kolaylaştırmaya hizmet eder. Onun zamanında iyi bilinen Mısır hiyeroglifleri, Çin karakterleri, astronomi ve kimya sembollerini’nin gerçek karakterler olmadığını varsaydı. Ayrıca, Leibniz her düşüncenin bir “gerçek” karakter ile ifade edilebileceği insan düşünce alfabesi, characterica universalis’in veya “genel karakteristik” in yaratılmasını önerdi. 
Eğer insan düşüncelerini tam anlamıyla ifade edebilecek karakterler bulunursa, aritmetik ve geometride yapılabilecek herhangi bir işlem bu semboller ile insan muhakemesi üzerine yapılabileceği açıktı. İnsan muhakemesine yapılabilecek tüm araştırmalar bu karakterler transpoze edilerek ve bunun matematiğin bir kolu olması sağlanarak yapılabilirdi.
Karışık fikirler karakterler kombine edilerek basitleştirebilir ve ifade edilebilirdi. Leibniz, Gödel numaralamasının çarpıcı öngörüsü olarak asal çarpanlara ayırma yönteminin eşsizliğinin  asal sayılar için genel karakteristikte çok önemli bir rolü olduğunu gördü. Bunu varsayarak, asal sayıları kullanarak basit kavramları numaralandırmanın sezgisel ve belleksel bir yolu yoktu. Leibniz’in muhakeme üzerine evrensel dil ve semboller kullanarak hesaplamalar yapılabileceğine dair düşüncesi, ölçümlerin evrensel dilleri tanımladığı Turing tamlığında olduğu gibi 20. yüzyılda bu tür Formal sistemlerdeki gelişmelerin belirtisiydi. 
Leibniz’in karakteristik üzerine ilk yazılarında henüz matematikte acemi olduğundan dolayı başlangıçta bunun cebir yerine evrensel bir dil ya da alfabe olduğunu düşünüyordu. 1676’da “düşüncenin cebiri”ni kavradı, geleneksel cebiri ve onun simgesini de ekleyerek modelledi. Sonuç olarak karakteristik; mantıksal kalkulus, bazı kombinasyonlar, cebir, onun durum analizi (durumun geometrisi), bir evrensel kavram dili ve fazlasını içeriyordu.  
Leibniz’i characteristica universalis ve calculus ratiocinator’u tasarlarken neyin itkilediği ve modern resmi mantığın kalkuluse yaptığı hakkaniyetin kapsamı muhtemelen asla belirlenemeyecek.