27 Nisan 2017 Perşembe

Thomas Hobbes Kimdir? Görüşleri Nelerdir?

Thomas Hobbes Hayatı:

Aşağıda Thomas Hobbes hayatının özeti yani kısaca hayatı hakkında bilgi vermeye çalışacağız. Thomas Hobbes biyografisi, özgeçmişi şöyle başlamaktadır. 

Thomas Hobbes, (d. 5 Nisan 1588 - ö. 4 Aɾalık 1679) İngiliz felsefecisidiɾ. 1651 taɾihli Leviathan adlı çalışması, batı siyaset felsefesinin izleyeceği yolu ςizmiş ve başucu eseɾi olmuştuɾ.

Bugün biɾ siyaset felsefecisi olaɾak tanınsa da, taɾih, geometɾi, etik, genel felsefe gibi pek çok alanla ilgilenmiştiɾ.

Thomas Hobbes, vaɾ olan heɾ şeyin fizik madde olduğunu ve heɾ şeyin maddenin haɾeketiyle açıklanabileceğini öne süɾmüştüɾ. Belli biɾ sınıfa alınması güç olan biɾ filozof Thomas Hobbes, Locke, Beɾkeley ve Hume gibi biɾ empiɾiktiɾ ve onlaɾa benzemeksizin matematik yöntemin hayɾanıdıɾ. Yalnız matematikte değil, onun uygulamalaɾıyla da ilgilenmiştiɾ. Genelde Bacon'dan çok, Galilei'den esinlenmiştiɾ.

Hobbes, 15 yaşındayken Oxfoɾd'a gitmiş ve oɾada skolastik mantık ve Aɾistoteles felsefesi öğɾenmiştiɾ. 22 yaşındayken Loɾd Haɾdwick'in eğiticisi olmuş, ve 1610 yılında onunla büyük biɾ gezi yaρmıştıɾ. Çok etkilendiği Galilei ve Kepleɾ üzeɾinde çalışmaya başlaması da bu taɾihleɾe ɾastlamaktadıɾ.

İtalya'da, Galilei'yi ziyaɾet etmiş, sonɾa İngilteɾe'ye dönmüştüɾ. Uzun paɾlamento 1640'da toplandığı ve Laud'la Stɾaffoɾd Londɾa Kulesi'ne haρsedildiğinde Hobbes dehşete kaρılıp Fɾansa'ya kaçmış ve 11 yıl boyunca dönmemiştiɾ.

Biɾ süɾe iςin (1646-1648) Hobbes, geleceğin II. Chaɾles'ına matematik öğɾetmiştiɾ. Bununla biɾlikte Leviathan'ı yayımlanınca (1651), kitabın etkisi ani ve büyük olmuştuɾ.

II. Charles'ın 1660'ta tahta geçerek monarşiyi yeniden kurması Hobbes'a bir kez daha öne çıkma olanağı sağlamıştır. Piskoposlar ve adalet bakanı saraya alınmasına tepki gösterdilerse de, Hobbes'un kıvrak zekâsından ve nüktelerinden hoşlanan kral ona yılda 100 sterlin maaş bağlamış ve portresini saraydaki galeriye astırmıştır. sozkimin.com avam Кamarası'nın 1666'da dine saygısızlığa ve ateizme karşı hazırladığı yasa tasarısı ise Hobbes'u güç duruma düşürmüştür. Yasa tasarısının gönderildiği komiteye Leviathan'ı da incelemeye alma talimatının verilmesi üzerine 80'ine yaklaşan Hobbes tehlikeli gördüğü yazılarını yakmıştır. Leviathan adlı yaρıtın rasyonalist ve seküler ruhu mültecilerin çoğunun canını sıkmış ve hem anglikanları hem de Fransız Кatoliklerini sinirlendirmiştir. Bu yüzden başka tercihi olmayan Hobbes gizlice Londra'ya kaçmış ve korunma iςin İngiliz Hükümetine başvurmuştur. Orada Cromwell'e boyun eğmiş ve her türlü siyasal çalışmadan kaçınmıştır.

Boş zamanlarını doldurmak iςin, 84 yaşında, Latince ve nazım olarak kendi yaşam öyküsünü kaleme almıştır. 87 yaşında, Homeros çevrisini yayımlamıştır. Thomas Hobbes felsefede materyalizmi, etikte haz ahlakını, siyasette monarşiyi benimseyen İngiliz filozoftur. En tanınmış eseri "Leviathan"dır. Leviathan, Tevrat'ta geçen bir canavarın adıdır ve Hobbes'ta her şeye egemen olan devletin simgesidir.

Francis Bacon'ın ampirizm inden etkilenen Hobbes'a göre dünya mekanik hareket yasaları tarafından yönetilen cisimlerin bütünüdür. İnsan ve hayvan bu bütünün bir parçasıdır. Onların fiziksel ve ruhsal yaşamları da tümüyle mekanik hareket yasalarına bağlıdır. Bu bakımdan tanrı, melek, ruh diye bir şey yoktur. Bunlar imgelemin ürünüdür.

Hobbes'a göre evrende töz (cevher) olarak yalnızca madde vardır. Felsefenin konusunu bu madde ve maddenin biςim almış bir durumu olan cisimler oluşturur. Cisimler de ancak gözlem ve deney yoluyla incelenir. Maddenin dışında kalan Tanrı, melek, cin, şeytan, ruh gibi şeyler ise ilahiyata ait inanç konularıdır.


Bilgi ve Bilim Teorisi
Thomas Hobbes, varlık görüşü bakımından bir materyalist, bilgi görüşü bakımından da her ne kadar bilim ve  felsefenin  yöntemi  olarak  analitik  bir  yöntemi,  yani  dedüksiyonu  benimsemiş  olmasına  rağmen, deneycidir.  Buna  göre,  o,  var  olan  her  şeyin maddi  bir  yapıda  veya  fiziki  olduğunu  öne  sürmekle kalmaz, fakat her tür bilginin duyu-deneyi yoluyla kazanıldığını söyler. Thomas Hobbes ’un  ampirisizme  göre  duyum  olmadan  düşünce  olamayacağından,  düşünceler  nedensel olarak duyuma bağlı olmak durumundadırlar. Öte yandan, duyumun temelinde fiziki nesneler olduğuna göre, düşüncelerin mantıksal olarak  fiziki nesnelere de bağlı olduklarını  söylemek gerekir. Başka bir deyişle,  var  olan  her  şey maddi  olduğuna,  olup bitenler mekanik  nedenlerin  bir  sonucu olarak  vuku bulduğuna  göre,  bilinecek  olan  her  şeyin  duyularımız  aracılığıyla  bilinmesi  gerekir.  Duyularımızı etkilemeyen  varlıkların  varoluşunu  öne  sürmek, Thomas Hobbes ’a  göre,  kabul  edilemez  ve  anlatılamaz  bir şeydir.
Thomas Hobbes, düşünce ve nesne arasındaki bu ilişkinin, bir yönüyle bir  temsil  ilişkisi, diğer yönüyle de nedensel bir  ilişki olduğunu öne sürer. Düşünce nesneyi  temsil eder; nesne de düşünceye neden olur. Ona göre, nesne  ile düşünce arasındaki bu nedensel ilişkiye duyular aracılık eder; yani fiziki nesneler duyumlara,  duyumlar  da  düşüncelere  neden  olur.  Bu  nedensel  ilişki  geçişli  bir  ilişki  olduğu  için nesnelerin  düşüncelere  neden  olduklarını  söyleyebiliriz.  Nedensellik  ilişkisi  aynı  cinsten  şeyler arasında  olduğuna  göre,  onun  düşünce-duyum-nesne  ilişkisine  dair  açıklaması  bir  zihin-beden düalizmine yol açmaz. Başka bir deyişle, duyumların ve düşüncelerin üstünde ve ötesinde, zihin hiçbir şeydir; zihin duyum ve düşüncelerin toplamından başka hiçbir şey değildir. Duyum ve düşünceler  ise hareket halindeki maddeye indirgenebilir. Dolayısıyla, ontolojik olarak ifade edildiğinde, zihin hareket halindeki madde olmak durumundadır.
Thomas Hobbes ’ta  söz  konusu  nedensel  ilişki  zinciri  dille  devam  eder. Düşünce  dilden  önce  gelir,  zira düşünce  dil  olmadan  varolabilirken,  dil  düşünce  olmadan  olamaz.  Öyleyse,  dil  düşüncenin  ifade edilmesi,  kaydedilmesi  ve  iletilmesinde  kullanılan  bir  araçtır,  çünkü  ona  göre,  dil,  yazı  ve  konuşma olarak  iki  şekilde varolur. Yazının  esas  işlevi düşünceleri kaydetmektir,  konuşmanın  temel  işlevi  ise iletişim. Dilin kökeni ve işlevine dair bir yorumdan onun yapısına ilişkin açıklamaya geçtiği zaman, o, bu yapıyı  temelde adlara dayanan bir yorumla ortaya koyar. Buna göre, özel  isimleri cins  isimlerden ayıran, özel bir  ismin  tek bir şey için kullanılırken, bir cins  ismin birçok şeye uygulandığını söyleyen Thomas Hobbes tümellerle  ilgili  olarak,  doğallıkla  nominalist  bir  görüş  benimser.  Onun  bakış  açısından, tümeller problemi genelliğin gerçekte neden oluştuğu probleminden ibaret olup, cins isimlerin üstünde ve  ötesinde  bir  şey  olarak  genellikten,  dildışı  bir  gerçeklik  meydana  getiren  tümelden  söz  etmek mümkün değildir.
Buna göre, onun maddenin eşbiçimli olduğunu, doğal türlerin olmadığını ve adların salt uzlaşımsal olduğunu  söylerken, nominalizmiyle  araştırmalarımızın  kendimiz  için yaratmış  olduğumuz  linguistik dünya ile sınırlı olduğunu söyleyen çağdaş filozof Wittgenstein’ı öncelediği söylenebilir. Thomas Hobbes dilin, gerçekliği  yansıtacaksa  eğer,  yalnızca  cisim  veya  maddeyle,  maddeye  ait  özelliklerle,  kendi bedenlerimizin veya duyularımızın nitelikleri ya da madde tasarımları veya bütün bunları betimlemede kullandığımız terimlerle ilgili olması gerektiğini belirtir. Aksi takdirde, dil anlamsız seslerden meydana gelir. Bilim icra edebilmek, bilimi ortaya çıkarabilmek için öyleyse, dilin sağlam ve tutarlı tanımlardan, cisimlerin  kendileri,  hareketleri  ya da özellikleri  ile  zihnimizde onlara  ilişkin  tasarımlardan oluşması gerekir.
Şu  halde,  bilimin madde  veya  cisimler  hakkında  olmak  zorunda  olsa  bile,  temelde mantıksal ve dilsel bir etkinlik olduğunu öne  süren Thomas Hobbes,  aklı da doğallıkla matematik modeline göre düşünüp, akıl  yürütmeyi  bir  tür  toplama  ve  çıkarma  işlemi  olarak  tanımlar. Ona  göre,  sadece matematikçiler değildir  sayıları,  açıları  ve doğruları  toplayıp  çıkartan, mantıkçılar da aynı  toplama  çıkarma  işlemini yaparlar.  Buna  göre,  bütün  bir  mantık  alanı  adların  farklı  kombinasyonlar  içinde  toplanması  ve çıkartılması  işlemi  olup,  doğruluk  adların  önermelerde  gereği  gibi  veya  aslına  uygun  olarak düzenlenmesinden  oluşur.  O  zaman  akıl  dediğimiz  şey  de  düşüncelerimizin  işaretlenmesi  ve  ifade edilmesi  için üzerinde anlaşılmış genel adların hesaplanmasından, yani  toplanması ve çıkarılmasından başka bir şey de değildir.
Akıl ise, Thomas Hobbes ’a göre, bizi bilime götürür. Bilim kavrayışı Bacon’a göre biraz daha gelişmiş olan, bilimin  özde  ampirik  yöntemlerle  dedüktif  yöntemlerin  bir  birleşimi  olduğunu  söyleyen Thomas Hobbes ’un bakış  açısından  bilim,  sonuçların  ve  bir  olgunun  başka  bir  olguya  bağımlılığının  bilgisidir.  Bilim, mantıksal ve kronolojik olarak şu  şekilde  ilerler: Olgular gözlem  yoluyla bilinir ve bellekte  saklanır. Aynı  olgular  daha  sonra  “isimler”le  adlandırılır  ve  bunlardan  olgularla  olgular  arasındaki  ilişkilerin doğru  kayıtları  olan  beyanlar  oluşturulur.  Beyanlar  arasındaki  ilişkiler  de  akıl  yoluyla  keşfedilir. O zaman Thomas Hobbes ’a  göre,  bilimi  iki  unsurla  veya  iki  şekilde  tanımlamak  gerekir.  Bilim  neden  ve sonuçların bilgisi olması dışında, olgularla ilgili doğru beyanların mantıksal sonuçlarının bilgisidir.
Doğa Durumu
Bununla birlikte, onun toplum sözleşmesi öğretisinin gerisinde bir başka meşhur öğreti olarak doğa durumu  öğretisi  bulunur. Thomas Hobbes söz  konusu  doğa  durumunu  anlatırken,  doğanın  insanları  eşit yarattığını  söyler; bu eşitlik, bununla birlikte, bütün  insanların aynı ölçüde  fiziki güce ya da  zihinsel yeteneğe  sahip  oldukları  anlamına  gelmez. Zira  zaman  zaman  bir  başkasına  göre  bedence  çok  daha güçlü  ya  da  daha  çabuk  düşünebilen  birisi  bulunsa  da  her  şey  göz  önüne  alındığında,  iki  insan arasındaki  fark, bunlardan birinin diğerinde bulunmayan bir üstünlüğe sahip olduğunu öne  sürmesine yetecek  kadar  fazla  değildir.  Demek  ki  insanların  doğa  tarafından  eşit  yaratıldıklarını,  yani  aynı mekanik  yasaların  belirlenimi  altında,  benzer  bedensel  ve  zihinsel  yetilerle  hareket  ettiklerini düşünürken,  insanlar  arasındaki  doğal  eşitliğin  koşulların  ve  güçlerin  eşitliği  olduğunu  ima  eden Thomas Hobbes,  “amaçlarımıza  erişme  umudu  bakımından  eşitliğin”  işte  bu  doğal  eşitlikten  veya  yetenek eşitliğinden  doğduğunu  öne  sürer.  Bununla  birlikte,  “amaçlarımıza  erişme  umudu  bakımından eşitliğinden”, insanlar arasında bir güvensizlik ve savaş doğar. Çünkü her insanın aynı tutkuların etkisi altında davrandığı, her bireyin kendi varlığını koruyup sürdürmek ve yaşayışı  sırasında olabildiğince keyif almak  istediği, kısacası herkesin  tutkularının peşinden gitme konusunda eşit güce  sahip olduğu koşullarda, güvensizliğin ve savaşın ortaya çıkması kaçınılmazdır.
Söz konusu doğa durumunda, öyleyse, temel  insani motifler, tahakküm etme ve ölümden kaçınma arzusu olmak durumundadır. Toplum vücut bulmazdan önce,  tahakküm  için  rekabetten başka,  tek  tek her  insanın  başka herkese karşı  savaşı  dışında  hiçbir  şey  yoktur. Yani ona  göre, ortak  bir  otoritenin yokluğunda,  daha doğrusu  toplum  ve  devlet  olmadığı  zaman,  doğa  durumunda  herkes  herkese  karşı savaş hali  içinde  olur. Ve bu savaş hali, bireylerin güvenlikleri  için sadece  kendi  güçlerine dayanıp, uygarlığın  bütün  nimetlerinden  yoksun  kaldıkları,  ölüm  korkusuyla  belirlenen  bir  kaos  ve  karmaşa halidir.
Thomas Hobbes bu  doğal  savaş halini  ve  insandaki  egoizmi  insan  doğasıyla  onun duygu ve  tutumlarına, yani  konatif  yapısına  ilişkin  bir  analizden,  varolan  toplumlara  dair  gözlemlerden,  uygarlıkların geçmişiyle ilgili tarihsel olgulardan türetir. Böyle bir savaş durumunda, yani doğa durumunda doğru ve yanlış,  adalet  ve  adaletsizlik  gibi  kavramlardan  söz  edilemeyeceğine  göre,  herkesin  herkese  karşı savaşında  hiçbir  şey  adalete  aykırı  değildir;  çünkü  ortak  bir  gücün  olmadığı  yerde  yasa,  yasanın olmadığı  yerde  de  adaletsizlik  olamaz.  Başka  bir  deyişle,  doğa  durumunda  ahlak  ve  adaletin  ne olduğunu  gösteren  hiçbir  ölçüt  olmadığı  gibi,  böyle  bir  ölçüt  söz  konusu  olsa  bile,  o  herkes  için bağlayıcı olan “ortak bir güç” tarafından teminat altına alınmış değildir. İşte bu koşullar altında, herkes kendi hayatını koruma ve “kendi muhakemesi ve aklı ile bu amaca ulaşmaya yönelik en uygun yöntem olarak gördüğü her şeyi yapma” konusunda tamamen özgürdür. Bu, Thomas Hobbes ’un  betimlediği  şekliyle  doğa  durumunda  insanların,  bir  yandan  ahlaki  olarak birbirlerinden  tamamen  tecrit  edilmiş  ve  dolayısıyla  egoist  oldukları,  diğer  yandan  da  sahip bulundukları  iradi güç ve peşine düştükleri amaçlar bakımından eşit, hatta özdeş bir yapıda oldukları anlamına gelir. Yani,  onlar hem bir  ayrım hem de bir özdeşlik  içerisinde olup,  aralarındaki  ilişkinin çatışmacı  bir  nitelik  arz  etmesi,  bütünüyle  içinde  bulundukları  durumun  mantıksal  yapısından kaynaklanır. Buna göre, doğa durumunun mantığını oluşturan şey ayrım ve özdeşlik arasındaki gerilim ise,  o  zaman  doğa  durumundan  çıkış  ancak  ve  ancak  ayrım  ve  özdeşliğin  telif  edilmesi  sayesinde mümkün olabilir. Toplum sözleşmesinin anlamı da tam olarak işte bunu ifade eder: Sözleşme, ayrım ve özdeşlik  kategorilerini doğa durumunun  içsel mantığından  türetilen yeni bir çerçeve  içinde bir  araya getirir ve böylelikle de doğa durumunun rasyonalitesini aşarak, yeni ve sivil bir rasyonalite kurar.
Doğal Hak Thomas Hobbes ’un  siyaset  felsefesinde,  bu  yeni  rasyonalitenin  tesisini  ve  toplum  sözleşmesini mümkün kılan şey, doğa durumu  ile sivil  toplum durumu arasındaki orta  terim olarak “doğal hak” kavramıdır. Doğal  hak,  insanın  “kendi  doğasını,  yani  kendi  hayatını  korumak  için  kendi  gücünü  dilediği  gibi kullanması ve kendi muhakemesi ve aklı ile bu amaca ulaşmaya yönelik en uygun yöntem olarak kabul ettiği her şeyi yapma özgürlüğünü”  ifade eder. Onda bütün doğa yasaları,  tüm sosyal ödev ve politik yükümlülükler  doğal  hakka  tabi  olup,  bireyin  kendi  varlığını  koruma  doğal  hakkından  türetilir. Liberalizmin  bütün  toplumsal  ve  politik  yükümlülüklerin  insanın  bireysel  haklarından  türetildiği  ve onun  haklarının hizmetinde olduğunu söylediği dikkate  alınırsa, Thomas Hobbes modern  liberalizmin kurucu babası  olarak  görülebilir.  Bireyin  doğal  haklarından  çıkıp,  bu  hakların  bir  şekilde  hizmetinde  olan toplumsal, ahlaki ve politik kurallarla kurumların, o, Platon ve Aristoteles’in ütopik şemalarından daha etkili  oldukları  kanaatindedir.  Çünkü  doğal  haklar  insanların  en  güçlü  bencil  arzu  ve  tutkularından, insanın  kendi  yaşamını  koruma  hakkının  temelinde  bulunan  tutkudan  çıkar. Bencilliği  engelleme  ve egoizmi  hor  görmeyle  ilgili  geleneksel  ahlaki  öğretilerin  temelleri  çöktüğüne  göre, Thomas Hobbes doğal haklarla aynı zamanda egoizmi meşrulaştırmanın ya da kutsamanın yeni bir yolunu bulur.
Doğa Yasası
Thomas Hobbes, şu halde, fiili bir savaş tehdidi, herkesin herkese karşı savaşı durumunda, bireyin, en temel hakkını  tehlikeye  sokacak  savaştan  korkmak  durumunda  olduğunu;  onun  yaşamını  koruma  doğal hakkının bir  sonucu  olarak barışı  aramasının  tutulabilecek en akıllıca yol  olduğunu  söyler. Ölümden kaçınmak  için  insanın  savaşın  yerine  barışı,  rekabetin  yerine  uzlaşmayı  koymak  zorunda  olduğunu bildiren Thomas Hobbes ’a göre, söz konusu doğal savaş halinden kurtulmak insanın çıkarına olup, aydınlanmış egoizmin bir gereğidir ve bu kurtuluşu sağlayacak olan şey de doğa yasasıdır. Buna göre, insan doğası itibariyle tutkuları ve aklı olan bir varlıktır;  insanı savaş haline sürükleyen şey tutkularıdır. Ama yine tutkuları,  fakat  özellikle  de  aklıdır  ki  insanı  ölüm  korkusundan  kurtulup,  güvenlik  içinde  yaşamak, uygarlığın nimetlerinden pay almak, hayatın sağlayacağı hazlardan faydalanmak için uzlaşma, barış ve huzuru aramaya sevk eder. Aklı  insana en  temel  talebin, kendi varlığını koruma  isteminin nasıl etkin hale getirilip hayata geçirilebileceğini gösterir.
Toplum Sözleşmesi
Thomas Hobbes ’a  göre,  sözleşmelere  kılıcın  desteğini  vermek  için  insanların  kendi  güçlerini  kendileri arasında egemen hale gelen ortak bir güce aktardıkları bir  ilk antlaşmanın olması gerekir. Buna göre, doğa  yasası  sadece barışın  tesis  edilmesi  gerektiğini  değil,  fakat  bunun  nasıl  yapılacağını  da  söyler. Doğa durumuna, yani “herkesin herkesle savaşına” son verecek olan şey, her insanın her şey üzerinde sahip olduğu doğal haktan başkalarıyla aynı ölçüde vazgeçmesi, yani sahip olduğu hakkın başkalarının hakkıyla eşit ölçüde sınırlandırılmasına rıza göstermesidir. Bu sınırlandırma, insanların sahip oldukları doğal hakkı karşılıklı olarak  tek bir kişiye devretmelerini ve onu egemen olarak  tanımalarını öngören bir sözleşme sayesinde gerçekleşir.
Thomas Hobbes a göre, bu sözleşmeyle bir egemen güce sahip olur, herkesin herkesle savaş içinde olduğu doğa  durumundan  hayatlarımızı  güvenle  sürdürebileceğimiz  sivil  toplum  haline  geçeriz.  Burada, yalnızca ölüm korkusundan kurtularak güvenlik  içinde yaşamakla kalmayız,  fakat aynı zamanda rahat ve mutlu yaşama  imkânına sahip oluruz. O, sadece varlığını koruma hakkının mutlak ve vazgeçilmez bir  nitelik  taşıdığına  inanır;  işte  bu  haktan  türetilen  bütün  yükümlülük  ve  ödevlerin  ancak  hayatı koruma hakkının ihyasına hizmet ettiği ölçüde bağlayıcı olduğuna işaret eder. Bu da hiç kuşku yok ki ortak  iyinin,  insanın  akli  bir  varlık  olmasından  kaynaklanan  amaçlardan  ya  da  bu  amaçların  hayata geçirilmesine  gönderimle  düşünülen  ödevlerden  hareketle  kavranamayacağı;  onun  esas  itibariyle  ve sadece öz-varlığını koruma hakkı çerçevesi içinde tanımlanması gerektiği anlamına gelir. Onun politika felsefesinde,  ortak  iyinin  işte bu  şekilde mutlak  ve  vazgeçilmez  bir  hak  çerçevesinde  tanımlanması, aynı zamanda ve kaçınılmaz olarak politikanın amacına ve meşruiyet koşullarına da ışık tutar. Devletin görevi  veya  politikanın  işlevi,  kadim  filozofların  düşündüğü  anlamda  erdemli  hayatın  ihyası  değil, fakat herkesin doğal hakkının korunması ve kalıcı bir biçimde  teminat altına alınmasıdır; yani, politik düzen “iyi yaşam”  için değil, fakat “yaşamın kendisi”  için vardır ve onun kurucu kavramı ödev değil, fakat haktır.

J.J. Rousseaue Kimdir?


Jean-Jacques Rousseau





J.J. Rousseau’nun Hayatı
Jean Jacques Rousseau, 1712’de Cenevre’de dünyaya geldi. Fransız asıllı ve Protestan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Rousseau’nun doğumundan birkaç gün sonra annesi öldü. Fakir bir saatçi olan babasından tüm eğitimini aldı. Fransız ve eski Yunan edebiyatının klasiklerini öğrendi. Ardından bir papazın yardımıyla Latince’yi de söktü. Babası ise O küçük yaşlarda iken hapse mahkum olunca Rousseau’yu teyzesine bırakarak Cenevre’den ayrıldı.
Rousseau 12 yaşında okulu bıraktı. Çıraklık yaptığı bütün işleri yarım bıraktı, bir süre ticaretle uğraşmayı denedi, başarılı olamadı. Sonunda, 1728 yılında Cenevre’den kaçıp İtalya’ya gitti. Burada mezhep değiştirerek katolik oldu. Sonradan sevgilisi olan Madam Dö Warens adlı dul ve varlıklı bir kadınla tanıştı ve O’nun himayesi altına girdi. Maddi açıdan rahatlamıştı. Burada kendini geliştirme şansı buldu; sosyal, kültürel ve edebi alanların dışında müzikle de ilgilendi.
Warrens’tan ayrılan Rousseau 1745 yılında Paris’e gitti. Burada, kaldığı otelde çalışan Therese le Vasseur adlı hizmetliye aşık oldu ve evlendiler. Beraberliklerinden beş tane çocukları oldu. Bu çocukları yetiştirilmek üzere Foundling Hospital’e (yetimler evine) verdi.
Rousseau’nun, 1749 yılında Dijon Akademisi tarafından açılan bir yarışmada sunduğu tez ödül kazandı ve bu ödül O’na yazın dünyasında büyük ün sağladı. 1750’de Diderot aracılığıyla Ansiklopediciler’e katıldı. Bu yıllarda Rousseau’nun -hukuk, ahlak, felsefe, siyaset gibi- çeşitli alanlarda yazdığı makaleler büyük tartışmalar yarattı.
Bilim ve sanattaki ilerlemenin ahlaki ilerlemeyi sağlamadığını, doğal insanın medeni insandan
üstün olduğunu ileri sürdü. Toplumsal eşitsizliklere karşı geldi. 1754’den başlayarak gittiği hemen her yerde düşüncelerinden dolayı göz altına alındı, soruşturmalar geçirdi. Emile adlı romanı dini çevreler tarafından tepkiyle karşılanırken, Paris Parlamentosu, kitaptaki dini bölümlerin yakılmasına ve Rousseau’nun tutuklanmasına karar verdi. Aynı yasaklar Cenevre’de de geçerli idi. Sonunda, David Hume’un daveti üzerine 1766’da İngiltere’ye geçti. Ancak Diderot ve Voltaire’le olduğu gibi Hume ile de kapıştı ve 1 yıl sonra Fransa’ya geri döndü. Bir süre adını gizleyerek yaşadı ve hakkındaki kovuşturmalar sona erdiğinde Paris’e döndü.
Son yıllarında psikolojik rahatsızlığından ve alkolizmden dolayı sıkıntı yaşadı. Temmuz 1778’de öldü.
2.2. J.J. Rousseau’nun Eserleri
Rousseau hayatı boyunca birçok eser verdi. Bu ödevde özellikle eğitim üzerine düşüncelerine değinilecek olsa da Rousseau’nun yayınlanmış eserleri şunlardır: Çağdaş müzik üzerine bir inceleme(1743), Bilimler ve Sanatlar Üzerine Konuşmalar(1750), Köyün Kahini(1752), İnsanlar Arasındaki Eşitsizliklerin Kaynağı(1758), D’Alembert’e Mektuplar(1758), Julie veya Yeni Heloise(1761), Toplumsal Sözleşme(1762) ve Emile(1762), İtiraflar(1765-1770), Polonya hükümeti Üzerine Görüşler(1772).
Jean- Jacques Rousseau’nun Fikirleri:
Jean- Jacques Rousseau, yaşamı boyunca özgürlük, sosyal haklar, din, politika ve eğitim üzerine kafa yormuş ve önemli fikirler, düşünce sistemleri ortaya çıkarmıştır. Rousseau, tüm bu konular dâhilinde yaptığı araştırma ve incelemeler neticesinde birçok vasfa sahip olmuştur. Rousseau’yu öncelikle bir toplum yorumcusu olarak görmek gerekmektedir. Toplumu birçok açıdan inceleyen Rousseau, çeşitli ideal biçimler ortaya çıkarmıştır. Bunun yanı sıra Rousseau’yu bir ahlak düşünürü, ahlakçı olarak tanımlamak da gereklidir. Tüm bu fikirlerin yanı sıra Rousseau müzikle de ilgilenmiştir. 1753 yılında kaleme aldığı Fransız Müziği Üstüne Mektuplar adındaki yazısında Rousseau, Fransız müziğini ciddi bir şekilde olumsuz bir zeminde eleştirmiştir. Rousseau, Fransız müziğini kaba, yeknesak ve sıradan bulduğunu dile getirmiştir. Edebi olarak da kalemini kullanan Rousseau, Romantizm akımına bağlıdır.
Toplum Sözleşmesi:
Rousseau’’nun 1762 yılında kaleme aldığı Toplum Sözleşmesi, felsefe ve politik fikirleri açısından oldukça önemli bir noktayı teşkil etmektedir. Toplum Sözleşmesi, Rousseau tarafından 4 farklı kitap şeklinde yazılmıştır. Söz konusu çalışmada genel olarak en ideal siyasi düzenin nasıl kurulması gerektiği, ideal hükümetlerin görevleri ve toplumun siyasi erk noktasında nasıl bir rol üstlenmesi gerektiği gibi konular bulunmaktadır. İdeal bir siyasi düzen için ise Rousseau, bu çalışmasında toplum sözleşmesini hedef almaktadır. Toplum Sözleşmesi çalışması hem Fransa’da hem de Avrupa’da büyük ses getirmiştir. Öyle ki Rousseau’nun kitapta açıkladığı fikirler, ülkesinde kurulmaya çalışılan yeni düzende kullanılmıştır. Birçok devrim ve reform sürecine ön ayak olmuştur.

Siyaset Felsefesi.. Siyaset Felsefesinin Temel Kavramları..

Siyaset Felsefesi Nedir?

Siyaset (Politika Latince) dilimize Arapçadan geçmiş bir sözcüktür ve devlet ve toplum yönetimi ile ilgili tüm etkinlikleri ifade eder. Bu alanı, hem siyaset bilim hem de siyaset felsefesi inceler. Siyaset bilim devlet biçimlerini, siyasi olguları ve süreçleri ele alır, betimler ve olanı olduğu gibi inceler. Siyaset felsefesi ise var olan siyaset üzerine bir sorgulama ve akıl yürütme etkinliğidir. Siyaset felsefesi ideolojiler üstü bir tutumla olması gerekeni araştırır.

Siyaset felsefesi; devlet, hükümet, siyaset, özgürlük, mülkiyet, meşruiyet, haklar, hukuk gibi konular hakkındaki; bu kavramlar nedir, bunlara neden ihtiyaç vardır, bir hükümeti ne meşru kılar, devlet hangi özgürlükleri ve hakları neden korumalıdır, devlet hangi biçimde kurumsallaşmalıdır, kanun nedir, vatandaşın devlete karşı yükümlülükleri nelerdir, bir hükümet yasal olarak neden ve nasıl görevden çekilmelidir gibi temel sorulara cevap arayan ve bu konuları felsefeden faydalanarak inceleyen sosyal bilim dalıdır.
Siyasetin problemlerini, siyasi sistemleri, siyasal hayvanlar olarak tanımlanan insanların belli bir siyasi sistem içindeki davranışlarını felsefeye özgü yöntemlerle ele alan felsefe dalı, daha çok normatif bir nitelik arz eden kavramsal araştırma türü; felsefenin, siyasi yaşamı konu alan, özellikle de devletin özü, kaynağı ve değerini araştıran dalıdır.
Eski Yunan'da doğmuş olan siyaset felsefesi, günümüzde siyasi otoritenin gücünü, doğasını ve kaynağını, siyasi otoriteyle birey arasındaki ilişkileri ele alır. Siyasi kurumların ve bu arada devletle birey arasındaki ilişkilerin nasıl geliştirilebileceği konusunu inceleyen siyaset felsefesi günümüzde daha çok ‘demokrasi’ kavramı üzerinde durur. Başka bir deyişle, demokrasi problemini sivil toplum-devlet kavram çiftiyle, özgürlük ve eşitlik ideallerinin oluşturduğu temel üzerinde ele alan siyaset felsefesinin temel problemi, kamusal gücün, siyasal iktidarın, insan yaşamının niteliğini korumak ve geliştirmek için nasıl kullanılması ve ne ölçüde sınırlanması gerektiği problemidir.
Siyaset felsefesinin ele aldığı belli başlı konular şunlardır: 
1. İnsanın gelişme süreci içinde, yönetimin ya da devletin kaynağı, doğası, amacı ve önemi.
2. Var olan, var olmuş olan devletlerin sınıflanması ve bu devletlerin oluşumunda etkili olan felsefe ya da görüşlerin incelenmesi. 
3. İdeal düzen arayışları. 
4. Ütopyaların yapısı ve bunların gerçekleşme şansları. 
5. Bireyle devlet, itaat etmeyle özgürlük arasındaki ilişki, baskı, sansür ve yönetimin gücü. 
6. Adalet, eşitlik, özgürlük, haklat ve mülkiyet gibi temel kavramların analizi.

Siyaset Felsefesinin Temel Kavramları ve Sorunları


Bir siyaset kuramı, siyaset ya da siyasetle ilgili herhangi bir konu üzerinde kavramsal bir düşünmedir. Siyaset felsefesi kendi sorunlarına kavramsal açıklamalarla yaklaşır. Başka bir ifadeyle bir siyaset kuramı temel kavramlarının ussal açıklamasını vermeyi amaç edinir. Siyaset felsefesinin temel sorun alanı siyasette temeller konusundaki tartışmadır. 


Felsefede temeller bulma sorunu, bilgiyle, etikle ya da var olanla ilgili yapılan temellendirmelerde dayanılacak nihai ilkeler olarak ilk ilkeler denilen temel hareket noktalarının nesnelliğine ilişkin tartışmadır. Başka bir deyişle siyaset kuramı siyasal olguların ya da kurumların temellendirilmesiyle ilgilidir. Bu da siyasal olgu ya da kurumların varlıksal temellendirmesidir. Söz gelişi devletin temellendirilmesi, yani devletin varlığının temellendirmesini vermek siyaset felsefesinin işidir. Bu konuda başka bir örnek, siyasal tartışmanın liberal demokratik türden kurumların geçerliliği üzerine olmasıdır (Magee 2004, s. 374). O hâlde siyaset felsefesi siyaset sorunlarını, siyaset olgularını ve sistemlerini, insanın siyasi etkinliklerini felsefi olarak araştıran bilgi etkinliğidir. 


Siyaset Felsefesinin iki temel sorusu olduğu söylenir: “Kim hangi haklara sahip olacak?” ve “Egemenlik kimde olacak?” soruları Siyaset Felsefesi için yararlı bir başlangıç noktasıdır (Wolff 1996, s. 1). İlk soru yurttaşların hak ve ödevlerinin dağılımı ve temeliyle ilgiliyken ikinci soru siyasal egemenliğin dağılımıyla ilgilidir. Bu sorular aslında devletin varlığıyla ilgili temel sorundan doğan sorulardır. Öyleyse Siyaset Felsefesinin en temel sorunu devletin varlığı sorunudur. İnsanın amaçlı etkinliklerde bulunan bir varlık olması hesaba katılacak olursa felsefenin herhangi bir kavrama ilişkin bilgisel ve ussal bir temellendirmeye yönelik olarak sorduğu “nedir?” sorusu “ne için?” sorusuyla beraber düşünülmelidir. söz gelişi bir Siyaset Felsefesi “Devlet nedir?” sorusunu sorar sormaz bu sorunun “Devlet ne içindir?” sorusuyla aynı soru olduğunu bilir. Başka bir anlamda siyaset felsefesi insanın kurduğu bir bütünün ne amaçla kurulduğunu sorgular. Böylece devlet olgusuna ilişkin devletin varlık amacını hesaba katan kavramsal ve ussal bir açıklama yapar. Bunu yaparken de tarihsel olarak varolan tek tek devletlere değil, “devlet” kavramının kendisine bakar. Başka bir deyişle, kavramı amaca uygunluk bakımından sorgular. Siyaset felsefesi devleti, toplumu ve toplumsal ilişkileri düzenleyen kural ve ilkeleri konu edinmekle insanın yapıp etmelerini konu edinmiş olur. İnsanın eylemlerini düzenleyen ilkeleri soruşturan felsefe disiplini etiktir. Bu yüzden de Siyaset felsefesinin konusu ve ilkeleriyle etiğin konu ve ilkelerinin sıkı bir ilişki içinde olduğu söylenebilir. 


Siyaset felsefesinin temel sorusu devletin nasıl organize edileceği türden sorulardan önce gelen bir sorudur. Bu temel soru bir devletin var olup olmaması gerektiğiyle ilgilidir. Başka bir deyişle, devletin var olması gerekip gerekmediği, eğer var olması gerekiyorsa niçin var olmak zorunda olduğu hakkında bir sorudur. Felsefenin diliyle söylenecek olursa bu soru “Devlet nedir?” sorusudur. 


“Nedir?” sorusu ele aldığı nesneyle ilgili olarak bu nesnenin ne’liğini, ne olduğunu, özünü soran bir yapı sorusudur. Felsefe soruları bu anlamda hep bir yapı sorusu olarak ne’lik araştırması gerektiren sorulardır. Devletle ilgili ilk önemli görüşü Eski Çağ'da Platon dile getirmiştir. Ona göre devletin amacı yalnızca toplumun bir kesimini mutlu kılmak değil, toplumu bir bütün olarak mutlu kılmaktır. Devletin ve toplumun adil olmasının koşulu da toplumu oluşturan bölümlerin her birinin uyum içinde kendi üzerine düşeni yapmasından geçer. Platon’un düşünceleri siyaset felsefesinin araştırmasının nesnesini de göstermektedir. Buna göre siyaset felsefesi devletin amacını ve varlık nedenini sorgulamaktı r. Adil bir toplum için gerekli koşulları soruşturmaktır. Toplumun bütününün iyiliği için gerekli koşulları belirlemek Platon kadar Eski Çağ'ın bir başka büyük düşünürü Aristoteles’in de siyaset görüşünü oluşturur. Aristoteles de yönetim biçimlerinin hangilerinin iyi hangilerinin kötü yönetim biçimi olduğunu belirlerken bir bütün olarak toplumun mutluluğu ve iyiliğini en yüksek amaç sayarak bu belirlemeyi yapmıştır. Mutluluk ya da iyilik de ancak erdemli yaşamla sağlanabileceğinden, Aristoteles’e göre insandaki erdemlilik olanağının gerçekleştirilmesi devletin amacıdır ve yönetim biçimlerinin doğru ya da yanlış olduğunu gösterecek ölçü de budur. 


Öyleyse felsefenin diğer disiplinleri gibi siyaset felsefesi de kendine özgü konusunu kavramsal olarak ele alan ve tüm siyasal kurumları, olguları ve ideleri amaca uygunluk bakımından tasarlayan ve eleştiren bir disiplindir. 


Siyaset felsefesinin insanın varlık yapısından doğan devlet sorununu ele aldığını söylemiştik. Eğer siyaset felsefesinin temel sorunu buysa temel kavramı da “devlet” kavramıdır. Bununla birlikte kavramsal soruşturma yalnız “devlet” üzerine odaklanmaz; ama “devlet” ile birlikte bazı başka kavramları da eleştirel olarak sorgular. Örneğin “özgürlük”, “adalet”, “mülkiyet”, “hak” ve “egemenlik” gibi kimi kavramlar da siyaset felsefesinin kavramsal soruşturması içine dâhil edilir. Devletin doğasını, nedenini kavramsal olarak, başka bir deyişle felsefi olarak araştırır. Özgürlük sorunu, adalet sorunu, mülkiyet sorunu, hak sorunu, iktidar sorunu gibi kavramsal sorunlar da aslında devlet olgusuna gelir dayanır. Bu temel sorun kapsamında varolan devlet ve yönetim biçimlerinin bir eleştirisini yapmak ve bu eleştiriyi de devletin doğasını temele alarak yapmak da siyaset felsefesinin araştırmalarından birisidir. İdeal düzen tasarımları ve ütopyalar siyaset felsefesinin eleştirel soruşturmaları içine girer. 


Ütopya terimi Yunancada olmayan ülke anlamına gelir. Ütopyalarda gerçeklikte şimdiye kadar var olmamış olan ya da gerçekleşmesi olanaksız olan adil toplum ve devlet tasarımları dile getirilir. Bunun yanında devlet adamında aranması gereken niteliklerin neler olduğuna ilişkin belirlemeler yapmak da siyaset felsefesinin alanına giren sorunlardandır. Ayrıca siyaset felsefesi çeşitli ütopyaların gerçekleşme olanağını da ideal olanın gerçekleşme olanağı üzerinden değerlendirir. Bunun en açık örneğini Platon Politeia adlı yapıtında sunar. Politeia adil bir toplumun (şehir devletinin) nasıl kurulabileceğini, nasıl olması gerektiğini anlatmaktadır. “Olması gereken”i anlatan ideal devlet gerçeklikte olan tek tek devletler için bir model oluşturur. 


Siyaset felsefesinin tüm bu sorunları devlet olgusundan hareketle ele alınır. Bu yüzden de siyaset felsefesinin tartışmalarını daha iyi kavrayabilmek açısından bu sorunları ve tartışmaları incelemeye devletin kökeni sorunuyla başlamak daha akla uygun olacaktır.